kozmofol

VBenzeri röportajı

Posted in ekoloji, praxis, söyleşi by enip on 24 May 2020

biyoçeşitlilik üzerine ekolojik hikayeler

Posted in araştırma, ekoloji, praxis by enip on 24 Mar 2020

Bu yazı Arredamento Mimarlık Dergisi 2019 Ocak sayısında yayınlanmıştır.

‘’Evren hikayelerden oluşur, atomlardan değil.’’

Muriel Rukeyser

Evrenin atomlardan değil hikayelerden oluştuğu iddiasına inanır mıyız? Amerikalı şair Muriel Rukeyser’in bu bilimi çürüten cümlesinde, iki kanlı savaş görmüş ömrünü ve dünyayı anlamlandırma çabasını görebilirsek belki. Yaşamı anlamlı kılma çabasının türümüze en büyük katkısı bilimi ve teknolojiyi geliştirme becerisi olsa da, insanın yaşamı hikaye ile anlama/anlatma ihtiyacı sabit kalmıştır. İnsan bu anlatım, aktarım ve soyutlama etkinliği sayesinde, bilgiyi sentezleme ve çoğaltabilme için ihtiyacı olan hayalgücüne sahip kalabilmiştir. Atom ve hikayeler arasındaki ilişki de bu açıdan bakıldığında anlam taşır.

Hücreler, proteinler, populasyonlar ya da ekosistemlerden oluşan geniş çalışma alanıyla biyolojinin ve ölçeği biyolojiden çok farklı olan mimarlığın ‘bilgiyi hikayelerle işleme’ etkinliğinde ortak bir tavra sahip olduğu düşünülebilir. Hikayelerde anlatılan mekanları gerçekleştirmeye, ya da tam tersi gerçekleştirdiğimiz mekanları hikayeye dönüştürme edimi kendiliğinden oluşur. Bu anlamda mekan pratiklerini kurgusu, karakterleri, ritmi olan bir hikayeden, her seferinde farklı okunan, bambaşka detayları ortaya çıkan özgün anlatılardan ayrı bir yere koymakta zorlanırız. Öte yandan yaşamı anlamlı kılmak için düşünür ve üretiriz, yaşamak için ise barınmak zorundayız. Gezegenemizin geldiği son noktada ise, burada barınabilmek için kendi türümüz haricinde kalan zekayı çözmek ve ona göre bir yaşamı mümkün kılmak zorundayız. Biyolojiye olan hayati ihtiyacımıza, mimarlık ve hikaye ile kurdukları üçgene bir de bu açıdan bakalım.

Bu hipotetik düşünme, üçgen, bu yazının anlatmayı amaçladığı tasarım yaklaşımının ve örneklemlerinin  de özü. Takip eden başlıklar bu yaklaşımı açıklamayı hedefliyor. Ağırlıklı olarak ekoloji tabanlı araştırmaları açık alan tasarımının odağına koyarken, aktörüyle, geleceğe dair hayali ve bunu mümkün kılan teknolojisiyle oluşturmak istediğimiz ekolojik hikayelerin başvurduğu temaları konu ediniyor. Ve atomlarla hikayelerin iç içe geçtiği bir evren hayal ediyor.

1- BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK ÜZERİNE

DOĞANIN İCADI, ALEXANDER VON HUMBOLDT’UN MİRASI

Prusyalı doğa kaşifi Alexander von Humboldt’un 19. yüzyılda, kendi seyahatlerinde edindiği gözlemlerle tariflediği ‘evrene bütüncül yaklaşımı’ bugün ekoloji biliminin temel savının referans noktasını oluşturur. Humboldt’un bilim tarihindeki yeri yalnızca ekolojiye verdiği yön ile değil, modern coğrafya, kartografi, biyoloji ve botanik bilimine katkıları bağlamında da eşsizdir. Darwin ve ekolojiyi bir kavram olarak ortaya ilk atan zoolog Ernst Heackel’in fikirlerine Humboldt’un ilham kaynağı olduğu bilinmektedir. Humboldt dünya üzerindeki canlı sistemlerinin birbirleri ile etkileşimlerini yalnızca sayısal olarak ortaya koymaz, aynı zamanda Antik Yunan filozoflarına ve sıklıkla sanata özellikle de edebiyata başvurarak iddiası olan bütüncül yaklaşımı kuvvetlendirir. Teorilerinin ve üretimlerinin aldığı lirik hal de bu düşünce derinliğine dayanır. Yakın dostlukları bilinen Friedrich Schiller ve Goethe ile bulunduğu paylaşımlarının Humboldt’un doğayı anlatım gücündeki etkisi büyüktür. Naturgemaelde de bu etkinin ürünü olarak ortaya çıkar. Görsel iletişim yönü çok kuvvetli olan bu eserlerin doğayı teknik bir çerçeveden sunarak sayısallaştırdığını, bu anlamda da ilk olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Humboldt bugün ekosistemlerin bir bütün olduğu ve birbirlerini etkilediği fikrini, seyahatleri boyunca gerçekleştirdiği sıcaklık ölçümleri ile belgeler. Amerika Kıtası’nda yaptığı gezilerde edindiği, kereste elde etmek için ağaç kesimlerinin ve ormanların yok oluşunun sel felaketleri gibi doğal yıkımlara, ısı değişikliklerine yol açacağı fikri bu gözlem ve ölçümlere dayanır. Humboldt coğrafi keşiflerle birlikte dünyanın sınırlarının keşfedilmesiyle ölçek algısının bütünüyle değiştiği; evrendeki tüm sistemlerin birbirini etkilediği kabulünün temellerini iki yüzyıl önce atmıştır. Bu yaklaşım, bugün tartışılamaz olarak kabul ettiğimiz dünyamız için tür çeşitliliğin ve korunması gerekliğinin de nirengi noktasıdır.

DOĞA AHLAKININ TEMELLERİ VE TOPRAK ETİĞİ

Humboldt’u takiben biyoloji ve coğrafya, botanik ve ekoloji bilimlerinin hızla gelişme kaydetmiştir. Öte yandan bilim dünyasındaki gelişmelere bağlı olarak endüstri devriminin çevre üzerindeki tahribatı artmaya ve sonuçları ölçülebilir olmaya başlar. Çevre problemlerine dair bir farkındalık oluşurken önlemlerinin de tartışılmaya başlandığı dönemdir bu. Koruma yönetmeliklerinin geliştirilmeye başlanmıştır, yaban hayatını koruma meselesi de gündemdedir artık. Bu kavrayış çerçevesinde Doğa’nın bir koruma konusu olması ve bu kapsamda ahlaki sorumluluk çerçevesi oluşturulması Aldo Leopold gibi öncülerin sayesinde mümkün olur. Toprak Etiği Leopold’un toprağın kendi başına değerli olduğunu savunan teorisidir. Toprağın karmaşıklığını vurgular ve bu karmaşıklığa yapılan insan müdahalesinin doğanın dengesini bozduğunu anlatır. Herşeyden önce toprağa bir mülk olarak değil bir “topluluk” olarak bakılması gerektiğini vurgular.

Temelleri Humboldt’a dayanan ve ekosistemlerin bir aradayken güçlü olduğu kavrayışı, Leopold’un oluşturduğu etik çerçeve ile birleşimi bugün nicelik ve nitelik olarak bilgisine hakim olduğumuz Doğa’yı korumayı şart kılan gerçekliği hazırlar. Doğayı koruma fikri en başta yaban hayatını ve doğal varlıkları korumayı öngörür. Bu kapsam çevre sorunlarının ekolojik deşifreleri, bilimsel araştırma ve tespitler sayesinde mümkün olur. Humboldt ve Leopold’dan çok daha sonra literatüre giren Biyoçeşitlilik kavramı da bu çözümlemelerin bir sonucudur. Koruma biyologu Thomas E. Lovejoy 1980 yılında, bundan 38 yıl önce, bilim dünyasına biyoçeşitliliği sunduğunda ekolojik sistemlerin insan medeniyeti üzerindeki önemi kısmen biliniyordu. Lovejoy takip eden yıllarda taşma sınırı, yeniden ağaçlandırma (ormanlaştırma) ve sulak alanların korunması gibi ekosistem restorasyonlarının küresel ısınmayı durdurmak adına önemini vurguladı.

Biyolojik çeşitlilik, özetle, canlılar arasındaki farklılıkları, çeşitliliği ve birbirleriyle olan ilişkileri ifade eder. Yaşam için uygun şartların oluştuğu kara ve deniz gibi alanlarda, bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar arasındaki ilişkiyi ve zenginliği temel alır. Türler birbirlerinin korunmasını ve gelişmesini sağlar. Bu çeşitlilik dış etkenlere göre şekillenir, coğrafi ya da antropolojik ya da diğer biyolojik etkenlere göre yön alır. Koruma biyologları Biyoçeşitliği, tür çeşitliliği, genetik çeşitlilik ve ekosistem çeşitliliği olarak üç başlıkta detaylandırır. Bu üç unsur sayesinde beslenme, rekabet, gelişim, hareket, yerel dağılım, enerji akımı, madde dolaşımı gibi ekolojik süreçlerin de çeşitlendiği ve güçlendiğini görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında dördüncü bir başlık olarak ekolojik işlevlerin çeşitliliği bir unsur olarak kabul edilir ve ilk üç temel öğeye ait çeşitliliklerin bir sonucudur. Edward O Wilson’un da vurguladığı gibi Biyolojik çeşitlilik tanıdığımız dünyayı korumanın anahtarıdır. Bir türü ortadan kaldırırsanız başka bir tür yerini almak için çoğalır. Birçok türü ortadan kaldırırsanız yerel ekosistemin sonu başlar. Doğanın işleyişini güçlendiren ve bir arada tutan bütüncül gücün biyoçeşitlilik olduğu bugün artık kabul edilmiştir.

Biyoçeşitlilik ve ekosistem sürekliliği bugün ekoloji tabanlı kentsel tasarımın, yapıyı yaşanabilir bir çevrede var etmeyi hedefleyen planlamanın önceliğini teşkil ediyor. Bu kapsamda oluşturulmak istenen süreklilik ve çeşitlilik canlı varlıklarını yakından tanımayı ve davranış biçimlerini anlamayı gerektiriyor. Geçtiğimiz yüzyılın biyoloji alanındaki keşiflerinin bir de bu boyutu var. Bitkilerin topluluk olarak davranışlarını, kendi aralarındaki sosyal ilişkilerini odak alan araştırmalar bu tanışıklığı farklı bir boyuta taşıyor.

2- BİTKİLERİN GİZLİ/SOSYAL YAŞAMI

Bitkiler mi bizim için var, biz mi bitkiler için?

Bu soru bize oksijen üretmek, havayı filtrelemek, daha da önemlisi besin sağlamak gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için varlık gösterdiğini düşündüğümüz bitkilere başka bir gerçeklik ve zaman çerçevesinden bakabilmemiz için. Araştırmacı yazar Micheal Pollan insanoğlunun doğadaki konumunu farklı bir perspektiften değerlendirdiği Arzunun Botaniği kitabında bu düşünceyi temel alır. İnsanın doğadaki rolünü büyüttüğümüzü, dahası kendi yararına yaptığını düşündüğü etkinliklerin doğa için yalnızca tesadüflerden ibaret olduğunu iddia ediyor bu kurgusunda.

Pollan’ın hikayesi, insan ve bitki arasındaki ilişkinin iki tarafın da birbirlerinden faydalandıkları karşılıklı bir oyun olduğu fikri üzerine kurulu. Örneğin arıyı bal yapmak için nektar ve polen topladığı için özne, özünü topladığı çiçeği ise nesne olarak görme eğilimini gösteririz. Bu düşüncede çiçek, bal için, arı balı yapmak için, bal ise bizim afiyetle yiyebilmemiz için vardır. Fakat gerçek şu ki çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için kullanır. Pollan’a göre bitkiler çiçeklerin arıyı kullanması gibi, bizi de aynı şekilde kullanıyor olabilir.

Öte yandan bilim dünyasında, bu hikayedeki sarsıcı fikri destekleyen, bitki zekasına ilişkin yeni çalışmalar da hız kazanıyor. Bitki nörobilimi ve bitki sosyolojisi alanları bitkilerin bireysel ve toplumsal hareketlerini bir mantık temeline oturtma amacını taşıyor. Örneğin bitki nörobilimcisi Stefanı Mancuso laboratuvar ortamında yaptığı deneylerle, bitkilerin bilgi alışverişi yapabiliyor, en dipteki köklerden en tepedeki yaprağa kadar her türlü bilgiyi kaydedip aktarabiliyor olduğunu gösteriyor. Bu sav aynı zamanda kendi türünden olanlarla yabancıları ayırabildiklerini, tuzak kurarak avlanabildiklerini, iklim geçişlerine, kuraklığa ya da aşırı yağmurlara karşı tedbir alabildiklerini de iddia ediyor. Diğer bitkilerle hatta bazı hayvanlarla iletişim ağı kuranlar ya da kendilerini korumak ve otçullardan sakınmak için, başka canlılardan yardım alanlar, üremek için işbirliği geliştiren türler de var.

Bitkilerin iletişim kurabilen, sosyal yaşantıya sahip, karşılaştıkları sorunlara çözümler üreten duyarlı organizmalar olduğu fikri yüzyıllar içinde zaman zaman kendini göstermiştir. Evrimsel süreçlerinde, farklı iklim koşullarına ya da çevresel etkilere karşı gelmiş olmaları, dahası çoğalma, korunma, beslenme gibi adapte olma becerileri onlarda zekâ olduğunu düşünmemize neden oluyor. Bitkinin daha iyi suya, topraktaki minerallere ve güneş ışığına ulaşmak için gösterdiği esnek davranış biçimleri de bu tezi güçlendiriyor.

Ortaya atılan bu fikirler, bitkiler ile ilgili sahip olduğumuz genel kanının uzağında olsa da, toplumsal ilişkiler anlamında bitkilerin de insan ırkına benzediğini düşündürüyor. Konuyu mekan pratiklerine ve tasarımına bağlamaya çalıştığımızda ise bizi beklenmedik bir gerçek bekliyor. Özellikle de açık alanla ilgilenen mekan pratikleri için ekoloji tabanlı bir tasarımdan söz etmek daha karmaşık bir hal alıyor. Bitkilerin bizim için var olduğu bir dünya anlayışısında tasarımın kalıpları belirliyken, tersi bir kavrayışta pek çok soru yanıtsız kalıyor.

3- BİR YÖNTEM OLARAK EKOLOJİK RESTORASYON

‘Hala bizi kuşatan harikulade yaşam çeşitliliğini yeniden dokuyarak, onarım çağını başlatmaktan daha heyecan verici bir amaç olamaz.’

Edward O. Wilson

Humboldt’un, bilim insanları ve yazarlar, şairler, ressamlar üzerindeki etkisi 1859’daki ölümünden sonra da devam etti. Bunlardan birisi de zoolog Ernst Haeckel idi. Humboldt’un ‘karmaşık ve karşılıklı ilişkilerden oluşan birleşik bir bütün’ düşüncesini baz alan yaklaşımına Haeckel bir isim verdi. Ekoloji olarak telaffuz ettiği bu düşünce sistemi bugün yeryüzünü tariflerken en çok başvurduğumuz ve ahlaki bir sorumluluk hissettiren kavramlardan biri.

Ekolojinin son 50 yılda hız kazanan çalışmaları, artan çevre sorunları, doğal afetler karşısında insanlığın çaresizliği ve küresel ısınma gerçeğiyle birleştiğinde planlama ve mimarlık disiplinlerinin bu konuda tavır alması bir ihtiyaç halini aldı. Yaşam alanlarımızı ve kurduğumuz sistemlerin yol açtığı tahribatı bu kapsamda yeniden düşünmek çeşitli yöntemler geliştirilmesinin önünü açtı. Biyolojiden öğrenen mimarlığın ve planlamanın iyileştirme gücü keşfedildikçe mekan pratikleri bu konuda farklı motivasyonlar geliştirmeye başladı. Ekosistem tahribatına karşın stratejileri içeren çalışma alanı olan Ekolojik Restorasyon bu zincirin uzantısı oldu ve 20. yüzyıl sonlarında planlama ve mimarlık disiplinlerine angaje oldu.

Restorasyonu eski yapıların ya da eserlerin aslına sadık kalarak, onu bozmadan onarılması işlemi için kullanıldığını düşünecek olursak ekolojik restorasyonu aynı hedefleri güden, fakat yapı yerine çok daha büyük ölçekli coğrafya parçalarına odaklanan bir çalışma alanı olarak görebiliriz. Bu çalışmanın hedefi ömrünü tamamlamış bir maden ocağı olabilir, metan gazı yüzünden tehlike teşkil eden çöplük alanı olabilir, ya da tarım ilaçları yüzünden tüm canlı varlığını yitirmiş bir sulak olan olabilir. Tüm bunların dışında kentin ortasında çok fazla müdahale görmüş tanımsız bir boşluk da olabilir. Bir yapının aslına sadık kalınarak onarılmaya çalışılması gibi, yıpranmış ya da bozulmuş bir doğa parçasını da bu şekilde yeniden aslına, ya da benzerine döndürmenin teknikleri var. Bu anlamda beraber çalışan farklı disiplinlere ait yöntemler belli bir kurguda kullanılıyor. En basit istatistik yöntemlerinden karmaşık sınıflandırma yöntemlerine; basit ilişkilendirme yöntemlerinden çoklu karmaşık modelleme tekniklerine kadar bir çok farklı araştırma ve değerlendirme yöntemi kullanılıyor.

Bu hedefler çerçevesinde çalışmaların kağıt üzerinde iyi bir tasarım olmaktan çok canlı varlığı, zaman, değişim ve olasılıklarla ilgili kaygıları taşıyor olduğunu öngörebiliriz. Asgari olarak 20-50 yıl aralığında oluşturulan stratejiler oluşturmak ve bunun mümkün kılan fiziki koşulları sağlamak Ekolojik restorasyon çalışmalarının ön koşulunu oluşturuyor. Altüst olan dengeleri yeniden tasarlamak, flora ve faunada yok olmuş türleri tespit edip geri gelmelerini sağlayacak çekim stratejilerini belirlemek, populasyon ekolojilerini anlamak ve süreçleri tasarlayarak aşamaları takip etmek gerekiyor. Bu karmaşıklığın içinden çıkabilmek de tasarım ve mühendisliğin bir araya geldiği çalışma yöntemlerini zorunlu kılıyor. Öte yandan kamu yararı amacıyla hayata geçirilen bir projenin ‘restorasyon’ olarak nitelendirilebilmesi için, belli bir hat boyunca ekosistem gelişmesini başlatması ve daha sonra çok az insan müdahalesiyle, hatta hiç insan eli değmeden bunu izleyen gelişmelere yönlendirecek otojenik (kendi içinde başlayan) süreçlere izin vermesi gerekiyor.

4- HİKAYE ODAKLI EKOLOJİLER

Son olarak bu bölümde biyoçeşitlilik, habitat restorasyonu, süksesyon ve doğal sistemlerle tasarım prensiplerine dayanan, bunu da hikayeler ile birleştiren bir dizi tasarım projesine yer vermek istiyoruz. Praxis Landscape bünyesinde gerçekleştirilen bu çalışmalar biyoloji-mimarlık-hikaye üçgenine örnek teşkil ediyor. Biyoçeşitlilik Üzerine Ekolojik Hikayeler olarak nitelediğimiz bu yaklaşım ekolojiye ve sağladığı sosyal/sayısal bilgi dağarcığına başvururken; mekansal kurguları kimi zaman büyülü gerçekçiliğe yakın bir tavra kimi zamansa teknolojiyi ve geleceği odağına alan bir yörüngeye sabitliyor.

 

PARK NEBULA

Anahtar kavramlar: Fitoremediasyon, çevre kirliliği, kamu bilinci, aydınlatma

Lüleburgaz’ın da bir parçası olduğu Ergene Havzası, sanayinin, kentleşmenin ve tarımın sebep olduğu çevre kirliliği sebebiyle yaşamsal bir tehlike ile karşı karşıya bugün. Bu gerçekle yüzleşmek için hava, su ve toprak kirliliğine önce engel olmak, ardından iyileştirici çözümler üretmek gerekmektedir. Teknik çözümler kadar, kamu bilincinin de bu süreçte büyük bir payı olduğu gerçeğini baz alan bir park fikri olan Park Nebula, çevre kirliliğini görünür kılarken mevcut peyzajı iyileştirici bir dizi stratejiyi temel almaktadır.

Proje alanı olan Tosbağa Dere Ergene Nehri’nin bir uzantısı olarak havzanın geniş su ağının bir parçasıdır. Kuzeyindeki sanayi bölgesi ve Ergene Nehri arasında bir ‘filtre’ gibi çalışan kanalın eski hali olan Tosbağa Dere’nin doğal izi parka hayat veren yeni iyileştirici peyzajı, yani Nebula’yı oluşturur. Önerilen program ve rekreasyon alanları Nebula’nın içinde veya verilen arazi sınırları içinde yer almaktadır.

Nebula içerisinde su, hava ve toprak için önerilen temizleyici bitkilerin kullanımı sayesinde proje arazisinin, uzun vadede dirençli bir peyzaja dönüşmesi ve kendi ekosistemini yaratması öngörülmüştür. Parkın kirlilik değerlerine bağlı olarak, sensörleri sayesinde renk değiştiren aydınlatma elemanları ise kullanıcıları kentleri ve sağlık koşulları üzerine düşünmeye ve bilinçlenmeye teşvik etmesi amaçlanmıştır. Park ve Lüleburgaz arındıkça Nebula da renk değiştirecektir.

Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Melike Üresin ve Batuhan Akkaya tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

ÇAMLIBEL HABİTAT PARKI

Anahtar kavramlar: Deniz ekolojisi, habitat restorasyonu, akuakültür, oyun

Taşınacak olan Tevfik Sırrı Gür Stadyumu’nun, Mersin’e erken Cumhuriyet yıllarından beri sunduğu kamusallık işlevini oyun ve bilgi üzerinden yeniden yorumlamak ve bunu tüm proje alanını kapsayacak şekilde gerçekleştirmek projenin hedefini oluşturur. Bu amaçla kurulmuş olan Habitat Zinciri, Kentliler + Deniz Canlıları + Doğal Bitki Örtüsü için Ortak Yaşam Alanlarını imleyen tematik bölgeleri ifade eder.

Her biri kendi içinde farklı oyunları ve Kentliler + Deniz Canlıları + Doğal Bitki Örtüsü ortak yaşam alanlarını korumayı ve geliştirmeyi önemseyen tematik bölgeler olan Habitatlar kendi içinde kesişimleri barındırır, mimari ve peyzaj yaklaşımları bütüncül bir biçimde çözmeyi hedefler. Bu bölgelerde önerilen programların ortak hedefleri; kamusal hayata tüketmek zorunda kalmadan katılımı mümkün kılmak, Mersin’e özgü sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak, klimatik zonlar oluşturarak açık alan kullanımını artırmak, kültürlerarası diyaloga zemin sağlamaktır.

Proje kıyı canlılarını kentliler kadar önemser, ancak sağlıklı bir kıyı ekolojisinin buradaki yaşamı zenginleştirebileceği gerçeğinden yola çıkarak burada kaybolmuş olan canlı varlığını geri getirmeyi hedefler. Su kirliliği, ekonomik olanaksızlıklar ve verim azalması yüzünden giderek yok olan kıyı aktivitelerini yaşam şekline, ekonomiye, dinlenmeye bilgiye ve sürdürülebilir işleyen bir mikro ekosisteme dönüştürmek esastır. Bu kapsamda inovatif bir su altı katmanı olarak işleyen biyokafes ağları önerilmiştir. Bu kafesler kıyı canlıları için besin kaynağı, üreme ve yumurtlama noktaları olarak işlev görür. Bu sayede canlı çeşitliliğini artıracak ve tüm kıyı bandına yayılabilecek bir altyapı sistemi kurulacaktır.

Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Tevfik Saygın Özcan, Müge Yorgancı, Esin Temelli, Erhan Uysal ve Burak Şendur  tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

İLK BAHÇEVAN

Anahtar kavramlar: Toprak ekolojisi, hikaye, oyun alanları, eğitim

Doğa yüzeyde göründüğünden çok daha fazlasıdır. Sadece bitkilerden değil, görünmeyen katmanlardan oluşur. Bu proje çocuklara Doğa’nın yalnızca görünenden ibaret olmadığını, toprağın yaşamsal önemini anlatmayı hedefleyen bir oyun alanıdır. Proje, toprağın havalanmasını böylelikle de canlı hayatının hareketliliğini sağlayan toprak solucanlarından ilham alır. Solucanlar, bir toprağın zengin ekosisteminin en önemli faktörlerden biridir. Alttan açtıkları tüneller bitki köklerine su ve hava erişimini sağlar. ‘Doğa’nın ilk bahçevanları’ olarak tanımlamalarının sebebi de budur. Proje ismini ve temasını da bu fikirden alır.

Oyun alanına giren çocuklar bu gerçeği solucanımsı hareketli formlar ile oynayarak, üzerlerine tırmanarak, esnek hareketlerini deneyimleyerek kavrar. Plan ölçeğinde ise yerleştirmenin düzeni üç aşamada tanımlanmıştır. Farklı oyun teorilerine dayanan bu  üç farklı kısımdan şu şekildedir: Sezgi, Hareket, Dinlenme.

Sezgi; Oyun teorisyeni Karl Groos oyunu, çocuklar için ileride gerek duyacakları  yetişkin rollerinin bir ön egzersizi olarak tanımlar. Yavaş yavaş öğrenilen bir pratiğe benzetir. Planın bu kısmı da tasarımın ilk algılandığı, form açısından yoğunluğun sakin olduğu kısmıdır.

Hareket; Surplus Enerji teorisine göre insanlar biriken fazla enerjisini aktif bir oyun sayesinde serbest bırakabilir. Planının bu kısmı da çocukların enerjilerini harcayabilecekleri mekansal hareketliliğe sahiptir. Bu kısmı anlamak ve aşmak için bir enerji harcamaları gerekir.

Dinlenme; Moritz Lazarus Rekreasyon ya da Rahatlama Teorisi’nde, oyunun enerji kaybına sebep olan aktiviteler ve strese bağlı olarak kaybolan enerjinin yeniden kazanılmasını sağlar. Planın bu kısmı dinlenmeyi ve sosyalleşmeyi hedefler.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda ve Melike Üresin tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

KENTSEL TOZLAŞMA

Anahtar kavramlar: Tozlaşma, büyülü gerçekçilik, kamusal alan, süksesyon

Kentsel Tozlaşma Eskişehir Atatürk Stadyumu’nun taşınmasının ardından, yerine geçmesi hayal edilen parkın metaforik bir anlatısıdır. Bu anlatının mekansal karşılığı alanın mevcut durumunun belirli stratejilerle korunup, yer yer bozuma uğratılmış halidir. Bu kurguda stadyum, tasarlanmışlıkla tasarlanmamışlığı bir arada tutarak yeni kamusal mekan tanımlarına göz kırpar.

Biyolojide tozlaşma, çiçeklerin üremesi amacıyla bitkilerin erkek organında üretilen polenlerin dişi organın tepecik bölümüne taşınması olayını açıklar. Polenlerin taşınması rüzgâr, su ya da başka canlılar yoluyla gerçekleşebilir. Öte yandan proje önerisinde ‘‘Kentsel Tozlaşma’’ kaotik bir doğa olayı değil, aksine tıpkı ekolojide olduğu, bir üreme, yenilenme ve sistemi dengeleme etkinliğidir. Tozlaşma fonksiyonlar arasında olduğunu varsaydığımız telepatik bir etkileşimdir ve organik dönüşümler önerir.

Anlatılan hikaye yaşandığı varsayılan; dilden dile dolaşarak hafızaya yerleşen bir kent mitidir. Kentte bozulan düzene tepki olarak ortaya çıkan tektonik bir hareket olan bu olağanüstü olayın tetikleyicisi Eskişehir’de Atatürk stadyumunun başka bir lokasyona taşınmasıdır. Stadyumun taşınması ile oluşan kent hafızasındaki boşluk, kendisiyle ilişkili kuvvetleri (kale ve saha aydınlatmaları) harekete geçirir. Boşluğun yarattığı görünmez kuvvet -çekim alanı- tıpkı bir mıknatıs gibi söz konusu kuvvetleri kendine çeker. Eskişehir’in dört bir tarafındaki futbol sahalarının bileşenleri bu çekim kuvvetine kapılır, stadyumun etki alanına sürüklenir.

Bu kapsamda Kentsel Tozlaşma sonucu hedefleyen bitmiş bir fikir değil, kolektif bir süreci başlatan katalizör bir tasarım modelidir. Bu süreç yukarıda anlatılan Stadyum Vakası ile başlar ve etkisi bir noktadan kente yayılır. İlk olarak stadyum ve çevresinde strüktürler üretilir. Stadyumun ağırlık merkezi olan, başlama vuruşunun yapıldığı noktada yoğunlaşan ve bu noktadan yayılan üretilmiş strüktürler dönüşüm modelinin ilk katalizörüdür. Devam eden süreçte proje belirli öneriler sunarak mekanın kendi kendini dönüştürmesinin yolunu açacak bir rehber niteliğindedir.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz ve Alper Derinboğaz tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

RE/DE CENTRAL PARK

Anahtar kavramlar: Koza ekolojisi, büyülü gerçekçilik, kent parkı, kendini iyileştirme

Hikayeye göre Central Park’a bir ekolojik terör saldırısı gerçekleşmiş, bu sebeple sahip olduğu tüm canlı varlığı yok olmuştur. Flora ve faunası yok olan parkın yeniden nasıl tasarlanacağı sorusu projenin çıkış noktasıdır. Tasarım Central Park’ın yeniden var olma sürecinde kendi gücünden beslenen bir doğa yaratması fikrine dayanır.

Proje önerisini anlamlı kılan senaryo kapsamında ekolojik terör saldırısı parkta bir dizi olayın vuku bulmasına neden olur. Sırasıyla kontaminasyon, mutasyon, beklenmeyen enerji akışı, büyüme / yeniden canlandırma aşamalarında gelişir hikaye. Saldırıyı takip eden süreçte biyologlar beklenmedik bir enerji akışı tespit eder. Bu olay sonucu park Manhattan yarımadasına yayılarak diğer tüm parklara tutunan tanımlanamayan görüntüler oluşur. Bu tüneli andıran görüntülerin bir süre sonra Central Park’ın yok olan biyoçeşitliliğini katalize etmek için çalıştığı ve çevre parklardan enerji ve canlı varlığı akışı olduğu tespit edilir.

Central Park’ın kendi kendini iyileştirme süreci bu sayede başlar. İyileşme, büyüme süreci şehrin farklı kotlarından ilerleyen hayal tünellerden tozlaşma sayesinde gerçekleşir. Zamanla tünellerden sarkan kozalar oluşur ve koza yapısı ve biyolojisi gereği iyileştirme sürecini hızlandırır. Manhattan adasının grid düzeninin altında yatan bedrock katmanının kontürü Central Park’ tan çevresine yayılan tünellerin formuna referans olur.

Parkın yeni tasarımcısı bu hayal tünellerini ve kendiliğinden oluşan süreci projenin bir parçası haline getirir. Park sınırından itibaren bu tüneller fiziki bir altyapıya dönüşür. İçerisine çeşitli programları alan, hafıza rotaları, toplanma noktaları ve yok olan ekolojik varlığın kendini yeniden toparlaması için insan müdahalesi ve kullanımının park yüzeyine değmeyeceği strüktürler oluşturulur. Bu sayede park yeni katman üzerinden gezilip görülebilirken kendi iyileşme sürecine dokunulmamış olacaktır. Bu strüktür içerisindeki kozalar belirli dönemlerde beslenerek parkın otojenik yenilenme sürecini kolaylaştırır.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Alp Şerif Besen ve Edis Bengi Erciyes tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

NOTLAR

  1. Naturgemaelde dilimize Doğa Resmi olarak çevrilebilir. Humboldt seyahatlerinde edindiği gözlemleri döndüğünde görsellerini hazırlattırır. Bu görseller sıcaklık, bitki türü, jeoloji ve topografya bilgilerini teknik bir dille anlatmakta aynı zamanda sanatsal bir değer taşımaktadır.
  2. Andrea Wulf’un Doğanın Keşfi adlı Humboldt’un hayatını anlatan kitabında seyahatlerini, gözlemlerini, buluşlarını ve kişisel hayatını etkili bir biçimde anlatır.
  3. Orijinali Land Ethic olarak geçen kavram dilimize Yeryüzü Etiği olarak da çevrilebilir. Aldo Leopold 20. yüzyılda çevre etiği ve felsefesi alanlarında en etkili düşünürlerden biridir. Doğal alanların korunmasına ve doğadaki tüm türlerin koruma altına alınmasına yönelik çalışmaları ile öne çıkar.

  4. Leopold’un Bir Kum Yöresi Almanağı eserini dilimize çeviren Ufuk Özdağ’ın kitaba dair derlemesi olan Aldo Leopold ve Toprak Etiği http://permacultureturkey.org/aldo-leopold-ve-toprak-etigi/ adresinden erişilebilir.

  5. Koruma biyolojisi, doğayı ve dünya üzerindeki biyoçeşitliliği konu alan; türleri, habitatları ve ekosistemleri çeşitli tahribatlardan korumayı amaçlayan biyolojinin bir alt dalıdır. Doğal kaynak yönetimi ve bu anlamdaki bir suistimalin sebebi olabilecek ekonomiler ile de ilgilenmektedir.

  6. Tipping point kavramını, Lovejoy Amazonlardaki ekolojik krize yaklaşıldığını ve ekosistemin kırılganlaştığı seviyeyi imlemek için kullanmaktadır. Bu sayede kavram zayıflayan ekosistemlerin eşik seviyesini ifade etmek için kullanılmaya başlamıştır.

  7. Edward O. Wilson biyoçeşitlilğin gezegenimiz için önemini, Thomas E. Lovejoy ile birlikte savunan Amerikalı biyolog. Yaşamın Çeşitliliği, Sosyobiyoloji, İnsan Varlığı’nın anlamı ve Biyofilia gibi Doğa-İnsan İlişkisi’ni çağdaş bir yorumla savunduğu pek çok eser vermiştir.

  8. Mancuso’nun botanikçi Alessandra Viola ile birlikte kaleme aldığı Bitki Zekasının Şaşırtıcı Tarihi ve Bilimi kitabında bu ilişkiler, duyuları ve zekaları detaylı biçimde anlatılmaktadır.

Reklam

ekolojinin köklerini aramak: humboldt ve mirası

Posted in alexander von humboldt, ekoloji by enip on 24 Şub 2020

Bu yazı EKO IQ Dergisi 2019 Mayıs-Haziran sayısında yayınlanmıştır.

naturgemalde hashtag on Twitter

Doğa hakkında sahip olduğumuz bilgi dahilinde bugün artık tartışamayacağımız birkaç temel sav bulunur. Bunlardan en önemlisi Doğanın bütüncül bir ilişkiler ağı olduğu, ekosistemlerin birbirini etkilediği gerçeğidir. Benimsediğimiz bu tespit sayesinde yeryüzünde yaşanan değişikliklerden hepimizin etkilendiğini, yani farklı kıtalarda da olsak aynı geminin yolcuları olduğumuzu biliriz.

Artık tartışamayacağımız kadar emin olduğumuz bu hazır bilgi, yaşadığımız gezegenin algılayabileceğimizin ötesindeki büyüklüğünü ve O’nun küçük bir parçası olarak hissetmeyi öğrenmemizi sağlar. Aynı zamanda da Doğa bilimlerinin ortak kabulünü betimler. Peki Ekolojinin, Coğrafyanın, Biyolojinin hemfikir olduğu, sistemlerin birbirini etkilediği tezi nasıl ve hangi gözlemlere dayanarak ortaya çıkmış olabilir? Bu fikri ilk ortaya atan çılgın kimdir? Örneğin, kurucusunu Ernst Haeckel olarak ezbere bildiğimiz Ekoloji bilimi kendini hangi bilgi havuzundan var etmiştir? Bu yazının amacı, benzer soruları sorduğum her seferinde karşıma çıkan Alexander von Humboldt ve bugün sahip olduğumuz Doğa kavrayışımıza muazzam katkısı.

Humboldt bilim tarihinde en çok Coğrafyaya katkısı bağlamında bilinir. Fiziki coğrafya ve meteorolojinin temellerini oluşturan çalışmalara imza attığı gibi, sıcaklık eğrileri ile ülkelere ait iklimleri karşılaştırmayı önermiş, tropik fırtınalarının nedenlerini ortaya çıkarmıştır. Fakat Coğrafyaya katkısını mümkün kılanın Jeoloji, Botanik, Zooloji üzerine çalışmaları, yaptığı gözlemler olduğu çoğunlukla atlanır. Dahası Doğa’ya dair her konuda birbirini etkileyen sistemleri araştırarak, neden sonuç ilişkilerini yalnızca populasyon, iklim ya da jeoloji açısından değil ekonomik ve toplumsal ilişkiler ağın üzerinden okuyarak dünyaya bakmanın yeni bir yolunu keşfetmiştir. Tüm bunlara 1800lerin başlarında cüret etmiş olan bu tarihi karakterin hayatına biraz daha yakından bakalım.

Humboldt ile karşılaşmam yıllar önce Doğaya ait ilk teknik resim olarak kabul ettiğimiz Naturgemaelde ile gerçekleşmişti. Bu eserlerden, yeryüzünün kesitlerini alarak, altını ve üstünü olağanüstü bir detay seviyesinde işlemiş, aynı zamanda çarpıcı bir estetik ifade yakalamış olan bu çizimlerden büyülenmiştim desem yanlış olmaz. Peyzajın ve Doğanın tasvirinin birbiri içine geçen tarihinde sanatçılar bize değişen toplumsal ilişkileri, ekonomik etkinlikleri, Doğayı anlama çabasını, dahası korkuları, inançları, merakları aktarır. Bu eserlerin önemi de burada yatar; insanın Doğayla kurduğu ilişkinin evrimini okuyabilmek. Bu tarihsel çizelgede Doğa’ya atfedilmiş bazı anlamların kırılmak üzere olduğu bir döneme denk düşer Humboldt. 19. yüzyılda giderek romantikleşen peyzaj sanatı, Caspar David Friedrich, gibi Alman romantiklerinin atmosferik peyzajlarına bakmak doğaya karşı melankoli, ulu (sublime), gizemli hisler uyandırırken Humboldt’un doğayı sayısallaştırdığı ve de bu ölçüde estetize ettiği eserleri döneminin bu Doğa okumasını kontrastıdır.

Gerçek şu ki Humboldt’u peyzaj sanatının uzantısı olarak okumak, eserlerini sanat kategorisine koymak çok güç. Herşeyden önce Humboldt’un çalışmaları sanat ya da bilim olmak kaygılarının ötesinde bir motivasyona sahiptir. Doğa’yı anlamak. Bu gaye uğruna gözlemler, ölçümler, seyahatler, tür keşifleri, yayınlar, kitaplar ve nüfuz edilen yüzlerce bilim insanı, sanatçıyla dolu dopdolu bir yaşam Humboldt’unki. Doğayı bir ağ olarak algılayan ve herşeyin birlikte hareket ettiği bu kırılgan sistemi daha iyi anlamaya adanmış bir yaşam aynı zamanda. Ardından Darwin’i, Henry David Therou’yu, Ernst Haeckel’i harekete geçirecek ilhamı vererek Doğa Bilimleri’nde sebep olacağı kırılmanın bilincinde de olmayan bir yaşam.

Naturgemaelde ile tanıştığım, daha sonralarında ise Ekolojinin ezbere bildiğimiz kurallarını ilk ortaya atan kişi olduğunu öğrendiğimde merak etmeye başladığım Humboldt ile ilgili kapsamlı bilgi edinmemi sağlayan tarihçi yazar Andrea Wulf’un Doğa’nın Kaşifi adlı eşsiz biyografisi olmuştur. Humboldt’un Doğa tutkusunu, yaşamını ve çalışmalarını çok daha iyi anlayabilmemi sağlayan bu kitabı hala çevreme önermeye devam ediyorum. Bu vesileyle de hayatını bugün çekinmeden adına Doğa dediğimiz soyut kavrama, bilgisine ve keşfine adamış yakın tarihimizin en önemli bilim insanlarından biri olan Humboldt ile ilgili bazı notları paylaşmak istiyorum:

Humboldt Prusyalı varlıklı bir ailenin mensubuydu ve kariyerine maden denetimcisi olarak başladı. Gençliğinde başlayan Kant hayranlığının Doğa düşüncesini etkilemesi kaçınılmazdı. Olgunluk döneminde hala dış dünyanın yalnızca onu kendi içimizde algıladığımız kadar var olduğunu söyleyecekti. Doğa kavrayışının da bu düşünceden bağımsız biçimlenişi düşünülemezdi elbette. Dış dünya, fikirler ve duygular ‘birbirine karışıyor’ diye yazmıştı. Gerçeklik, deneyim, doğa, hayal gücü ve benlik üzerine yoğunlaşmış olan Goethe ile yakın dostluğu Humboldt’u, Wulf’un kronolojisinde Fikirleri Toplama olarak geçen hayatının en önemli döneminde büyük ölçüde etkilediği aşikardır. Büyük seyahatinden, gözlem ve ölçümlerinden önce edindiği bu fenomenolojik yaklaşımı rasyonel düşünce kadar önemli buluyor, aydınlanma yöntemlerini kuvvetle benimsese de, ‘Doğa duygu aracılığıyla deneyimlenmelidir’  tezini savunuyordu. Fakat bu Doğa’nın ölçülmesi ve analiz edilmesi gerekliliğine kuvvetli inancının önünde engel teşkil etmedi. Aksine bu ölçüm ve analizleri seyahatlerle mümkün kılmak için hiç vakit kaybetmedi.

İlk önemli seyahatini tesadüfen Paris’te tanıştığı ve kendisi gibi dünyayı gezme tutkusunu paylaştığı botanist Aime Bonpland ile İspanya’ya ardından daha uzun kalacakları Güney Amerika’ya gerçekleştirdi. Bonpland ile birbirlerini tamamlayan bir iletişimleri vardı. Humboldt diğer botanistlerden farklı olarak tür toplama ve taksonomideki boşlukları doldurmakla meşgul olmuyordu. Aksine yalnızca nesneleri değil, doğadaki fikirleri topladığını söylüyordu. Ve yine aynı notlarda, herhangi bir şeyden çok zihnini meşgul eden şeyin bütünün izlenimi olduğunu yazmıştı. Özetle aradığı nesnelerin ötesinde sahip olduğu ilişkiler ağı ve bütünlüktü. Dolayısıyla her ölçümü, her gözlemi, her tespiti bütünün bir parçası olarak kodluyordu.

Bu arayışta edindiği gözlemler, ardından ürettiği görseller bugün bilim tarihinin özellikle başta sözü geçtiği gibi Coğrafya’nın mihenk taşlarını oluşturdu. Fiziki coğrafya ve meteorolojinin temellerini atmış olduğu gibi ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe manyetik alan yoğunluğunun arttığını keşfeden de yine Humboldt’tu. Maden denetimcisi olmakla edindiği engin jeoloji bilgisi volkanlar üzerine okumalar yapabilmesini, onların belirli bir hat üzerinde yer aldığını ve büyük yeraltı yarıklarının üzerinde olduğunu gösterebilmesini olanaklı kıldı.

Kısacık bir hayata sığmış onlarca çığır açan fikrin arasında benim en çok şaşırdığım ise Humboldt’un 1800lü yıllarda insan müdahalesinin iklim değişikliğine sebep olduğunu açıklamasıdır. Amerika’da kereste elde etmek için toplu ağaç kesimlerinin ve ormanların yok oluşunun sel felaketleri gibi doğal yıkımlara, ardından ısı değişikliklerine yol açacağı fikri kendi gözlem ve ölçümlere dayanıyordu. Fakat işin ilginç yanı iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu tezini ortaya atarken, ekolojiyi ve politikayı, toplumsallığı ve ekonomiyi aynı düzlemde değerlendirmesiydi.

‘’Bilimlerin Shakespeare’i’’ olarak nitelenen bu büyük kaşifin vizyonu, Andrea Wulf’un da nitelediği gibi bugün ekolojistlerin, çevrecilerin, doğa yazarlarının çoğunun farkında olmasalar da temel dayanağı. Gaia Teorisi gibi pek çok fikir Humboldt’un düşünceleriyle büyük benzerlikler taşır. Ve yine Wulf’un ifadesi ile daha ironik olan ise bu fikirlerin arkasında olan bu adamın bugün büyük ölçüde unutulmuş olmasıdır.

 

açık mimarlık

Posted in açık radyo, ekoloji, podcast by enip on 11 Ara 2019

acik radyo

Açık Mimarlık’ta Yağmur Yıldırım ile gerçekleştirdiğimiz yayının podcasti aşağıdaki linkte dinlenebilir.

http://acikradyo.com.tr/acik-mimarlik/acik-mimarlikta-enise-burcu-derinbogaz-ile-biyocesitlilik-ekosistem-surekliligi

ters köşe ekoloji

Posted in ekoloji, Kategorilenmemiş by enip on 10 Ara 2019

Bu yazı Mimarlık Dergisi 2019 Temmuz sayısında yayınlanmıştır.

 

PUNA YAYIN’IN YENİ KİTABI TERS KÖŞE EKOLOJİ

Ekolojiye dair neler biliyoruz? Bildiklerimizden ya da bildiğimizi sandıklarımızdan ne kadar eminiz? Puna Yayın’dan Doç. Dr. Ayşen Ciravoğlu’nun editörlüğünde yeni çıkan Ters Köşe Ekoloji bildiğimiz gerçeklerle kurduğumuz konfor alanını sarsıyor. XXI Dergisi’nde 2017’dan beri yayınlanan köşe yazılarından derlenmiş olan yayın mimarlığın çevre sorunları karşısında tutunduğu tavra daha yakından bakmayı öneriyor ve gerçeklik sonrası dünyada ‘Ekolojik olma’ iddiasının ne derece mümkün olduğunu sorguluyor. Bazı sorular ne yazık ki virüs gibi, yayılır ve hatta bünyeden hiç çıkmaz. Kuramsal Açılımlar, Yap Yık At, Kırsalda Yapmak/Yaşamak, Kent ve Alternatif Pratikler olarak dört başlıkta derlenmiş ve 13 yazıdan oluşan kitabın bıraktığı iz de bu şekilde.  

BİLDİĞİMİZ EKOLOJİ

Bildiğimiz Ekoloji, en azından Doğa konseptine yakınlığını tahmin edebildiğimiz, bütüncül bir ilişkiler ağının genel adı olabilir. Bu temel bilgi sayesinde söz konusu ilişkiler ağında canlı topluluklarının birbirini etkilediğini, buna bağlı olarak da neden sonuç ilişkilerini kolaylıkla algılayabiliriz. Bu sayede yeryüzünde yaşanan değişikliklerden hepimizin etkilendiğini, yani farklı kıtalarda da olsak aynı geminin yolcuları olduğumuzu biliriz. 

Oysa bu bilimsel yaklaşıma karşın ekolojinin bugün bir endüstri tariflediğine, iş kollarından ürünlere tüketilebilir her alanda adı geçen, adeta bir yeni ‘inancın’ başında olduğunu da anlayabilmeliyiz. Tam da bu sebeple neredeyse ahlaki bir sorumluluk olarak gördüğümüz bu olguyu, paniğe kapılmış gündemin içinde hakkıyla sorgulayamıyoruz.

Öyle ki sel felaketlerinde dereleri kuruttuğumuzu, depremlerde çarpık yapılaştığımızı, kurak geçen yazlarda tatlı su kaynaklarını tükettiğimizi hatırlıyoruz. Bir yerlerde yakalamamız gereken bir denge olduğunu, hatırlıyor ardından ona ulaşmak için daha da fazla tüketiyoruz. Hem ürün, hem yapı hem de planlama ölçeğinde bir yapma pratiğiyle karşı karşıyayız. Bu sistem içerisinde ekolojik olmak, doğal olmak kaynak tüketimini yanında unutturarak taşıyor. Ekolojinin yalnızca bir çare olarak göründüğü ve bu tüketimi ‘masumlaştıran’ endüstrisi dışında kalan yan anlamlarını keşfetmek isteyenler için derlenmiş Puna Yayın’ın yeni kitabı Ters Köşe Ekoloji, bu dönemde ilaç gibi gelen bir yayın doğrusu.

IMG_8050

TERS KÖŞE EKOLOJİ

İlk bölüm, Kuramsal Açılımlarda Ayşen Ciravoğlu, Can Boyacığolu ve Semin Erkenez gerçeklik sonrası dönemde algımızı, tasarlanmış bir gezegende mimarlıkla ekolojinin yakınlık kurma çabasının gerçekliğini sorguluyor.  Ekolojinin bir doğa olgusu olmasından ziyade toplumsal bir yazın olduğu konusu oldukça önemli. Bu kavrayışta insanın kendini dünyanın merkezinde tanımladığı yaklaşımın doğuracağı sonucun problemine dikkat çekiyor kuramsal açılımlar. Tüm bunlara rağmen dünyadaki pozisyonuna henüz karar veremediği aşikar olan insanın gelecek dönemde beden ve doğa üzerine yeni ilişkiler tanımlayabilmesi doğrultusunda bir ışık yakıyor.

İkinci bölüm YAP, YIK, AT biraz daha bugün olan bitene, hayatımızın çok içinde olsa da Ekoloji ile ilişkilerini kuramadıklarımıza dair. Örneğin Berrak Kırbaş Akyürek ile planlı eskitmeyi endüstri tarihinden bakarak, kullandığımız ürünlerin biçilmiş ömürlerini kabul ettiğimiz bir dünyada tüketmeye programlı yaratıklar olduğumuzu bir kez daha hatırlıyor, halimize acıyoruz. Elif Kendir Beraha konuyu planlı eskitmenin mimarlıktaki karşılığına çekiyor, yıkım teknolojilerini düşünmeye başlıyoruz. Yenisi, daha iyisi için yıktığımızın yüzleşemediğimiz sorunsalı gözümüzün önünden kentsel dönüşen binalarla geçiyor.

Elimizdeki hafriyatın değerlendirilmesi, dolgu olarak kullanılması örneğin, bir zeka parıltısı olarak mı geliyor? Hafriyatı yeniden değerlendirmeye çalışmayı Esra Sert bize anlatıyor. Özellikle de bunu kıyı alanlarında yapmanın sebep olduğu büyük tehlikeye, kıyı ekosistemlerinde yarattığı tahribata dikkat çekiyor. Politika ve Ekolojinin adı çok da konmamış ilişkisine yakından bakıyoruz böylece. 

Üçüncü bölüm Kırsalda Yapmak/Yaşamak, Ekolojik olmayı yanızca kentsel olmaya atfettiğimizi, tüm çözümleri ve de sorunları kentte ararken mimarlığın kırsaldaki rolünü, ekoloji demek zorunda kalmadan, hatırlatıyor. And Akman, Merve Titiz Akman ve Zeynep Durmuş Arsan kentin arka bahçesi gibi algılanan ve ekoloji dendiğinde yalnızca kentte daha doğal olanı yapmaya dair kavrayışı yeniden düşündürüyor bu bölümde farklı yazılarıyla.

Son bölüm olan Kent ve Alternatif Pratikler ise Özlem Bahadır Karaoğlu, Sevgi Baysal, Fulya Özsel Akipek ve Nurbin Paker’in araştırma ve yazıları kentte ekolojinin ‘diğer’ anlamlarını incelikle ortaya koyuyor. Yalnızca yeşil alanlar yaratmanın ya da sertifikalı bina yapmanın ötesinde, sosyal ekoloji diyebileceğimiz karşılaşmaları, yeni üretim tekniklerinin doğal malzemeyle olası ilişkilerine dair ilham veriyor ve yeni bir dağarcık yaratabileceğimizi böylelikle sorunsala yeni çözümler üretebileceğimizi düşündürüyor. Ekoloji ile yan yana pek gelmeyen Hafıza kavramını düşünerek ona yeni bakma biçimleri denemeye devam edeceğimizi ve belki de bu kavramı yeni keşfetmeye başladığımızı düşündürüyor. Bugün bulamadığımız formülleri aramaya devam ediyor olmanın umuduyla sonuna geliyoruz. 

Burada özetleyemediğim çok daha fazlası bu kitapta. Peki yine de ekolojik mimarlık bugün gerçekten mümkün mü? İşte bazı sorular var, ne yazık ki virüs gibi, yayılıyor ve hatta hiç bünyeden çıkmıyor. 

ada biyocoğrafyası

Posted in ekoloji by enip on 01 Eyl 2009

28955453

Bu hava fotoğrafını Landscape, Lifescape‘de görüp izini sürdüm ve Brezilya’da tarım alanlarının ortasında küçük bir orman olduğunı öğrendim. Arka planı okunmakta zorlanılıyor, sıkıştırılmış toprak ya da kırmızı asfalt gibi görünüyor. Muhtemelen yıllar geçtikçe ufalıp (shrinkage) bu boyuta ulaşmış olan küçük ekosistem, etrafını çevreleyen tarım alanlarının baskısına maruz kalmış, işlenmiş toprakla ekosistematik bir ilişki kuramadığı için de yok olmaya yakın duruyor.

Bu süreci de aslında en iyi ekoloji üzerine çalışan MacArthur ve Wilson’un 1960’larda ortaya attıkları ada biyocoğrafyası teorisi açıklıyor. Teorideki ada benzetmesi başka bir arazi parçası üzerinde kalmış, tahrip sonucu veya doğal sebeplerle bütünden ayrı bulunan yaşam ortamları için kullanılıyor. Buna göre herhangi bir yalıtılmış topluluktaki türlerin sayısını, yeni türlerin adaya gelme oranı ve adada var olan türlerin soylarının tükenmesi arasındaki denge belirliyor. Bu yeşil dokunun içindeki canlıların yaşam alanına benzer, yakınlarda başka bir ekosistem olmadığı için tarım alanlarıyla tek taraflı bir ilişki içerisinde olduğunu söylemek mümkün; dışardan yeni tür geldikçe direncinin daha azalacağını da. Bu da giderek yok olmasını hazırlayan süreç demek.

Eko Tasarım Buluşması

Posted in buluşma, ekoloji by enip on 03 May 2009

Mana Design 15-29 Mayıs 2009 tarihlerinde ITU Taşkışla’da Eko Tasarım Buluşması’nı hayata geçirecek. Eko Tasarım Buluşması Türkiye’de hem eğitimde hem de profesyonel alanda ekolojik tasarım yaklaşımlarının ve uygulamalarının paylaşılacağı ilk geniş kapsamlı platform olma özelliğini taşıyor.