ds’nin mikrokozmosu
Bu yazı Mimarlık Dergisi 2016 Mart sayısında yayınlanmıştır.
‘Peyzaj mimarı bir mikrokozmosun tasarımcısıdır.’
Deniz Aslan’dan bu cümleyi duyduğum, peyzajla tanıştığım öğrencilik yıllarımı net hatırlıyorum. Büyük bir kafa karışıklığı; kozmos nedir, mikrosu nedir, tasarım nedir, dahası peyzaj nedir!? Bugün anlayabildiğim kadarıyla kafa karışıklığı işin olmazsa olmazıymış. Bir birinden kopuk ipuçları vererek bir yere çekerdi öğrenciyi Deniz Aslan. En sonunda her birimiz bu karışıklığı farklı açılardan çözmeye çalışırken bulurduk kendimizi.
Aynı cümleyi peyzajla ilgili bir miktar fikrimin olduğu bugün duyduğumda ise, mesajı almak için bahçenin, peyzajın felsefesine vakıf olmanın ve meseleye başka bir pencereden bakabilecek derinlikte olmanın gerektiğini düşünürüm. Öteki türlü mikrokozmosun, çok katmanlı yaşam ortamının ne olabileceğini, boyutlarını ve değişkenliğini, çeşitliliğini, düzensiz düzenini görebilmenin ve tasarımda gösterebilmenin olanaklı olmadığını düşünürüm. Sergiyi gezip, kitabı detaylı biçimde incelemenin ardından, Deniz Aslan’ın mikrokozmosdan kastının yalnızca bir meslek insanı olarak peyzaj mimarının tasarım misyonu olmadığını, aynı zamanda kendi mimarlıklarında hayalini kurup, hayata geçirmeye çabaladığı, çoğu zaman da bunu gerçekleştirdiği kurguları olduğunu görüyorum.
Refleks olarak konuya peyzajdan yaklaşma eğilimime rağmen, Mikrokozmos Öncesinden Bugüne DS Mimarlık’ın 30 Yılı Sergisi’ni bir peyzaj mimarlığı sergisi olarak tanımlamanın yetersiz kalacağını biliyorum. Bu çok kişisel hikayeleri içeren üretim seçkisine, bir ‘DS sergisi’ demek daha doğru olur. Pelin Derviş’in editörlüğünü üstlendiği kitabın alt başlığının isabetli tarifi gibi DS, ‘atipik’ bir mimarlık pratiği. İçine peyzajı, mimarlığı ve belgelemeyi katarak, araştırma ve eğitimle bezenmiş ve doğrusu bugün Türkiye’de bir tür ekol yaratmış olan Deniz Aslan ve Sevim Aslan’ın kişisel yaratımı DS. Ve gerçekten de atipik! Sergi içinse bu birikimin, 30 yıla sığan onca karşılaşmanın, hikayenin, deneyimin incelikle süzülmüş bir ürünü demek yanlış olmaz.
Öncesinden Bugüne DS Mimarlık’ın 30 Yılı Sergisi’ne Bakış
Studio X’e girer girmez, DS’ye ait içeriğin yer aldığı ‘sergi peyzajı’ izleyiciyi kendi rotasına davet ediyor. İç mekanda dış mekan algısı yaratan sergi düzeni, ağaç kabukları ve kozalaklara basarak yakınlaşılan içerik ile zenginleşiyor. Sergi, bu sayede materyalleriyle duyusal olarak da temas kuran ziyaretçiyi kavrıyor ve DS’nin hikayesinin içine ister istemez giriyorsunuz.
Girişte Deniz Aslan’ın kariyerinde önemli bir yere sahip olan Cemil Topuzlu Parkı projesinin çizimleri dikkat çekiyor. Sergide ve kitapta, ismi geçen pek çok değerli kişi arasında Günel Akdoğan’ın önemli rolü hissettirilmiş. Deniz Aslan ve Günel Akdoğan’ın hem akademik hem de profesyonel ilişkilerinin DS’nin yapı taşlarına nüfuz ettiği oldukça belirgin. Cemiz Topuzlu Parkı’nın ardından DS’nin kapıları peyzaj mimarlığına açılıyor ve önemli bir peyzaj literatürüyle karşılaşıyoruz. Günel Akdoğan’ın yönetiminde 70lerde hazırlanmış olan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi yayınlarından bir dizi peyzaj mimarlığı dergisini görüyoruz. İçeriği hala peyzaj mimarlığı tartışmaları açısından güncel sayılabilecek, çok değerli bir arşiv.
Ardından infografiklerle ofisin geçmişine, projeler, içerikleri, işverenleri ile kısa bir bakış sunuluyor. Deniz ve Sevim Aslan’ın kendi ifadeleriyle anlatıları, DS okulundan yolu geçmiş, bugün kendi kariyerlerinde önemli noktalara gelmiş genç isimler, eskizler, pratiğin o kapılması çok kolay girdabına rağmen eğitim ile hiç kopmamış hep yakın kalmış bir ilişki, Sevim Aslan’ın belgeleme pratiği, farklı halleriyle serginin bölümlerini oluşturuyor. Dolu dolu ama kısa bir yandan da.
Serginin bu DS’ye özgü kişiselleştirilmiş hali yalnızca Pattu’nun kürasyon ve sergi tasarımı deneyimine dayanan heyecan verici çözümlerinden değil, aynı zamanda DS’yi kendi kimliğiyle iyi biliyor olmalarından kaynaklanıyor. Işıl Ünal ve Cem Kozar, hem sergide hem de kitapta, her bir projenin dikkatlice oluşturulmuş künyelerinde, dolayısıyla geçmişinde yer almış mimarlar listesinden, DS’yi yakinen tanıyan isimler.
Mimarlığın Atipik Hali
Kitap, sergiyi taşıyan yapay peyzajın son kısmında ‘Peyzaj / Son Dönem’ bölümünde ziyaretçiye sunulmuş. DS’nin yakın geçmişte imza attığı, uygulanmış ve uygulanmamış işleri de bu bölümde yer alıyor. 30 yıllık birikimin geldiği noktayı ve geleceğine dair ipuçlarını bu bölümde okuyoruz. Sergi ile DS dünyasının uzun geçmişine kısaca göz atıp bugününe ulaşıyor, ardından kitap ile Deniz Aslan ile Sevim Aslan’ın kişisel hikayelerine derinlemesine giriyoruz. Peyzajı mimarlığa, mimarlığı peyzaja katarak ve aynı zamanda belgeleyerek Türkiye’de örneği olmayan bir tür pratiğin nasıl oluştuğunu; malzeme, uygulama ve yöntem bilgisini sürekli bir çoğaltma çabası ile deney yapmaktan vazgeçmemiş bir tavrın nasıl evrildiğini okuyoruz.
Editör olarak Pelin Derviş’in kitabın başında görünüp sonra sorularıyla metin aralarına saklanmasının kitabın akıcı dilinde, sürükleyiciliğinde payı büyük. Yazının başında sergi için bulunduğum ‘Bu bir peyzaj sergisi değil!’ serzenişi, kitap için de geçerli olsa da hem serginin hem de kitabın peyzaj mimarlığının yakın geçmişine ve eğitimine şimdiye dek Türkiye’de örneği görülmemiş bir kaynak oluşturduğunu belirtmeliyim. Biraz daha ileri gidebilir, bu retrospektifin esasında Türkiye’de peyzaj mimarlığının tarihinin büyük bir kısmına şahit olduğunu söyleyebilirim. Son sözde, sergi ve kitabın yalnızca peyzaj mimarlığının çorak entelektüel ortamı için bir kazanım değil, çoğu zaman farklı gördüğü konularla ilişki kurarken zorlanan tipik mimarlık ortamı için de çok kıymetli bir kaynak teşkil ettiğini not düşmeliyim.
PEYZAJIN HALLERİ üzerine denemeler v.2 Beton
PEYZAJ
Tıpkı ismin halleri gibi peyzajın halleri de aynı köke takılan ve çıkarılan ekler sayesinde kurulan yeni ilişkileri ifade etmek için kullandığım bir betimlemedir. Peyzajı çok çeştli halleriyle; büründüğü şekiller, yaşadığı dönüşümler, kırılmalar ve birleşmeler olmadan hakkını vererek anlamanın mümkün olmadığı gibi, bitimsiz bir dönüşüm halini kavramanın da kolay olmadığını kabul ediyorum. Bu halleri bir ilişkiler zinciri olarak hayal edersek ve bunlardan biri de beton olursa aklım beni nerelere götürür diye merak ettim. Peyzajı betonla düşünürken zihnimde canlanan anıları, fikirleri ve projeleri bıraktım bilinç akışına ve metine.
Peyzajı ilk nerede duyduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen üniversite sınavına hazırlanırken! Fakat gözümün önüne gelen ilk imaj bulanık bir görüntüden başka bir şey değil. Belki çok sık seyahet eden bir aileyle yapılmış, çocukluk anılarımın büyük bölümünü kaplayan uzun araba yolculukları ve arka koltuğun konforudur bunun sebebi. Ve tam da bu pozisyonun ön tarafta perspektifin içinde kayarak ilerliyormuş hissinden farklı olarak hızı çok daha fazla hissettiren, bu sebeple görüntüyü ardışık imajlara indirgemesidir. Kim bilir!
KARŞILAŞMA
Bu uzun yolculukların en çekilmez tarafı babamın her defasında sormaktan geri durmadığı; çözmem gereken benzin problemleri: Bir depoyla kaç km gidebiliriz? Hız-mesafe-litre denklemleri. İstisnasız her yolculukta bir hesaplama yapmak zorundaydım. Malesef sorular giderek zorlaştı. İşte bu problemlerle boğuşurken hep tüneller, köprüler, viyadükler gözüme çarpardı, nedense binalar değil hiç. Altyapı projelerine duyduğum (infrastructure) ilginin bu sorulardan kaytarmak amacında olmamla ilişki kurması muhtemel ya da salt o büyüklüklere duyduğum muazzam bir heyecana endeksli olması da öyle. Bozkırlarla, dağlarla, tarlalarla, ormanlarla içiçe geçen viyadükler ve köprüler. Çocukluğumun mühendislik mucizeleri.
Sanırım betonla ilk karşılaşmam bu vesiliyle oldu. Arka koltuğun kadrajından tanıdığım kırsal peyzaj içerisinde kolaylıkla göze çarpan bu büyük altyapı nesnelerinin ortaya koyduğu kontrast peyzaj ve beton ilişkisinin zihnimdeki ilk tezahürü oldu. Peyzaj yumuşak ve değişkendi çünkü yaprakların renkleri değişiyordu, beton katıydı ve değişmezdi çünkü insanların ulaşımı için viyadükler yıkılmamalıydı. Ve sonra tekrar benzin problemleri.
TANIŞMA
18 yaşımda, artık peyzaj mimarlığı okuyacağımı öğrendiğim yılı Japonya’da Japon dili ve kültürü eğitimi alarak geçirdim. Bu esnada Japon bahçelerini yerinde inceleme, felsefesini içinde yaşama gibi büyüleyici bir deneyimim oldu. İnsan ve doğa arasında kurulan ilişkinin ne denli zarif ve sade olabileceğini, doğaya saygının insana, insana saygının yaşama ve yaşama saygının tekrar doğaya nasıl geri döndüğüne burada tanık oldum. Japonca’da yerleşik bir peyzaj kavramı yok
. Ve fakat doğanın ve bahçenin dilde ve kültürde sahip olduğu anlamlar o kadar zengin ki peyzaj bu iki kavramın arasına tutunmuş duruyor. Japonya’da bahçeler dendiğinde aklımıza ne geliyor? Hemen hemen karşılaştığım herkeste Uzakdoğu bahçelerine karşılıksız bir övgü ve hayranlık besleme durumunu gözlüyorum. Japon bahçesinin yüceltilmesinin temel sebeplerinden birinin bozulmamış, değişmemiş, tarihten dondurularak bugüne ulaşmış olduğuna dair inanç olduğu bu gözlemlerinden çıkardığım sonuç oldu. Halbuki Japon bahçesi de 20. yüzyılda büyük bir sorgulamadan geçmiş, Japonya’nın geçirdiği kültürel değişimlerden bir hayli etkilenmiş, dönemin bahçe tasarımcılarının sorgulamalarına maruz kalmış ve farklı hallere bürünmüştür. Ancak bu dönüşüm bugün dahi görünürde fazla anlaşılmaz. İncelikle detaylarda gerçekleştiğinden dolayı dışardan bakan bizlere kolaylıkla kendini göstermez. Bu kendi içinde çok güçlü fakat dışardan bakıldığında narin kalan Japon bahçesinin modernleşmesinin önünü açan önemli isimler var ki aralarında 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında verdiği eserlerle bahçe tasarımına yeni bir soluk katan Mirei Shigemori’nin yeri başkadır. Bahçe tarihçisi ve tasarımcısı Shigemori Japon bahçesi’ne hayran olduğu Batılı ressamlardan çizgiler, dokular ekler. Aynı zamanda yeni malzemeleri denemekten çekinmez. Beton bunlardan biridir. Shigemori’nin işlerine bakıldığında görülebilen onlarca katman arasında beton, çizgiler, izler, bazen temsiller olarak karşımıza çıkar. Bu karşılaşmalarda gelenekten geleni ve yeniyi (20. yüzyılın başı) görmek mümkündür.
ALIŞMA
Nasıl Shigemori Japon bahçesi için yeni bir soluk olmuşsa, bahçe tarihine baktığımızda doğayla ilişkisini hep bilinçli bir mesafe ile tanımlamış olan her kültürde kendine özgü yorumlamalar ve bunları ortaya koyan usta isimler karşımıza çıkar. Uluslarası peyzaj mimarlığı platformunda çokça bilinmeyen fakat kısa ömründe hayata geçirdiği projeler aracılığıyla kendi ülkesi olan İsviçre’de peyzaj mimarlığının mihenk taşı olmuş Dieter Kienast bunlardan biridir. Kienast, 20. yüzyılın ortasında İsviçre’de doğmuş, bahçevanlığın üzerine peyzaj mimarlığı okuyarak bitki sosyolojisi üzerinde uzmanlaşmış ve sonrasında bahçevanlığın üzerine eklediği akademik kariyerini pratikle içiçe sürdürürken genç yaşta hayata gözlerini yummuş bir isim. “Bahçe tasarlamak hikayeler deneyimlemek anlamına gelir. Hikayelerin bir sonu olabilir fakat bahçeler asla tamamlanamazlar’“ cümlesiyle Kienast bahçeye ve mekan tasarımına bakışını ortaya koyar. Ona göre bahçe hiç bitmeyen bir hikayedir. Malzemeleri bu bitimsiz hikayenin oyuncuları olarak görür ve beton, bitkibilimin tüm inceliklerine vakıf olan bu usta bahçevanın yönetmeliğinde hep başroldedir. İsviçre’de bugün peyzaj mimarları Kienast’ın açtığı yoldan, malzemeyle, düşünceyle, doğayla, bitkiyle kurulan harmonik ilişkilerin izlerini takip ederek ilerliyor.
İsviçre demişken, peyzaj mimarlığına Dieter Kienast ve Christian Vogt gibi uluslarası arenada çok tanınmasa da literatüre geçmiş çok değerli isimler vermişken mimarlığı ve kazandırdığı isimleri elbette ki yadsınamaz. Coğrafyasının çetinliği (yüce Alpler) ve buna bağlı olarak yaşam koşullarının sertliği sebebiyle doğayla ilişkisi romantik olmaktan bir hayli uzak olan bu kültürün mimarlığa kazandırdığı isimleri bilmiyor olabilir miyiz? Le Corbuiser, Peter Zumthor, Bernard Tschumi mi aklımıza geliyor ilk olarak? Peki ya betonla kurdukları ilişki? Corbusier’in netliği, Zumthor’un gizemi ve Tschumi’nin dekonstrüktivizmini yanyana koyduğumda hep o Alpler’in insanın içine işleyen sertliğini, kendine çekerken ürküten o çekiciliğini ve aynı zamanda tamamiyle çıplak ve kendi gibi olma durumunu görüyorum. Bu gerçekten de fazlasıyla kişisel bir okuma. Fakat Zumthor’un binalarında da beton kendini öyle hissettirmez mi?
Örneğin peyzajın içinden tam bir cüretkarlıkla yükselen Bruder Klaus Field Şapeli bu durumun bir tezahürüdür. Almanya’nın yerli çiftçileri tarafından inşasına başlanan şapelin strüktürü ağaç gövdeleri ile oluşturulup, üzerlerine beton dökülerek hazırlanmış. Sonuç iç mekanda ışık ve akustikle büyüleyici bir etki, dış mekanda peyzajdan gücünü alarak yükseldiğini okutan bir mabettir.
Şimdi en başa dönüyorum. betonla ilk karşılaşmamdan bugüne geldiğimde, birikmiş anıların yer yer peyzajla kaplandığını ve belli belirsiz çizgilerin oluştuğunu görüyorum.
KAYNAKLAR
Karaçizmeli Enise Burcu, Gelenekselden Küresele Bahçe Tasarımı, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul 2011.
Kienast Dieter, Kienast, Basel 2004.
Tschumi Christian, Mirei Shigemori, Rebel of the Garden, Basel 2007.
Zumthor Peter, Thinking Architecture, Basel 2010.
FOTOĞRAF VE AÇIKLAMALAR
İmaj 1: Bulanık Peyzaj, Yer: Belgrad Ormanları, Fotoğraf: Enise Burcu Derinboğaz
İmaj 2: Köprü, Yer: İsviçre Reuss Vadisi, Fotoğraf: Enise Burcu Derinboğaz
İmaj 3: Mirei Shigemori, Ryogi-an The Garden of Dragon, Fotoğraf kaynak: http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Shigemori-Ryoginan.jpg
İmaj 4: Dieter Kienast’ın İsviçre Chur kentinde Fürstenwald Cemetery projesinden bir görüntü, Fotoğraf: Christian Vogt, kaynak: http://www.vogt-la.com/en/project/f%C3%BCrstenwald-cemetery
İmaj 5: İsviçre Graubünden’den Alpler manzarası, Fotoğraf: Enise Burcu Derinboğaz
İmaj 6: Peter Zumthor’un Almanya’daki Bruder Klaus Şapeli, Fotoğraf: Laura Bown. Kaynak: http://laurabown.prosite.com/44828/583194/photography/international-architecture
İmaj 7: İsviçre Altdorf’da bir duvar, Fotoğraf: Enise Burcu Derinboğaz
yazmak ve peyzaj
2014’te yazılanlar
2014’ün son günlerindeyiz ve Kozmofol açısından çok hareketli bir yılı geride bıraktığımızı söyleyemiyorum. Fakat geçtiğimiz sene, bloga yansımasa da araştırma ve yazı anlamında dolu dolu geçti. İlk aylarda Venedik Mimarlık Bienali’nde Alper Derinboğaz’ın çalışması için yaptığımız araştırmalar ve okumalar Gelişigüzelin Metotları olarak son halini aldı ve bu dönemde topografya üzerine önemli fikirler geliştirmemize olanak tanıdı. Çok okuduğumuz ve tartışarak düşündüğümüz bir süreç oldu.
İkinci yarısında Alman mimarlık ve peyzaj dergisi Anah için bir video essay hazırladım. Hareketli görsellerle metni iç içe geçirme fırsatım ilk defa bu deneysel iş sayesinde gerçekleşti. Farklı bir sonuç ortaya çıktığını düşünüyorum. Bunun için eş zamanlı olarak video ve metin hazırlıklarını tamamladım, daha sonra kurgu aşaması ve metinle bütünleşen bir strüktür hazırlama safhasına geçtim. Temel olarak daha önceki araştırmalarımın esas konusu olan ‘peyzajın halleri‘ne odaklandım. Hem editörler hem de benim için heyecan verici bir çalışma oldu.
Neden yazıyorum
Bunun dışında yaptığım projeler için hazırlanmış metinler var. Kullanılmış olanların yanında yüzlerce kullanılmamış deneme öyle duruyor. Karala, sil-yaz-sil yeniden yaz, düzelt-sil, yaz, sonlandır-sil, düzelt- sonlandır, sil, sonlandır-sonlandır, düzelt-sonlandır. Sil-sonlandır. Bu metinlerin hazırlık sürecinin ritminden bir kesit. Son halini alana dek yorulmadan usanmadan bir inceltme süreci. Benim için metinle çizgilerin harmonisi tasarım sürecinin kendisi. Kelimelerden bağımsız çizim yapabilmenin imkanı yok. Birkaç yıl önce sadece yazarak üretebildiğimi fark ettiğimde bunda bir sorun olduğunu ve iyi bir tasarımcı olamayacağımı düşündüm. ‘İyi bir tasarımcı çizerek düşünür‘ diye bir kod var zihnimde. Kesinlikle doğru, ama tek doğru olmayabilir diye düşünüyorum artık. Kendi üretim evrelerime biraz daha yakından baktığımda eskiz yapmadan önce bitmemiş cümlelerden ve kopuk betimlemelerden oluşan notlar çıkıyor ortaya. Bu esnada ne kadar zorlasam da cümleleri tamamlayamıyorum, aradaki ilişkileri kuramıyorum. Bilinç akışı tekniğiyle kelimeleri bırakıyorum kendi haline. Sonra cümleler oluşuyor, sonra paragraflar. Paragrafların yerleri değişiyor, araya bu sefer çizgiler giriyor. Çizgiler eskizlere, soyut eskizlere, onlar da kesit ve plan taslaklarına dönüşüyor. Strüktür böyle oluşuyor ancak ikna ediciliğini hep metin üzerinden test ediyorum.
Bu akışı deşifre ettiğimden beri sessiz kalarak kendimin ve başkalarının tasarım süreçlerini gözlemliyorum. Gerçekten herkese özgü bir düşünce sistemi olduğunu, herkesin farklı aktivasyon eğrileri çizdiğini ve çok başka hareket noktaları olduğunu fark ediyorum. Farklı insanlarla çalıştıkça bu daha fazla heyecan verici bir hale bürünüyor. Her defasında kendiminkini o çok başka süreçlere uydurmam gerekiyor. Benim kendi üretim sürecimde ise istisnasız her seferinde aynı şey oluyor. Herkes eğitim hayatı boyunca edindiklerini kişisel eğilimleri ve ilgileriyle bütünleştiriyor. Buna kendini konumlandırmak istediği yer, örnek aldığı isimler, kariyeri boyunca karşısına çıkan işlerin niteliği de ekleniyor muhtemelen ama esas olan eğitim ve kişisel yatkınlıklar diye düşünüyorum. Benim yazıyla ilişkim kendimi bildim bileli hayatımda etkin bir rol oynadı. Bu noktada itiraf etmeliyim ki hep bir yazar olmak istedim, lisans yıllarında bile okulu bitirip yazacaklarımı düşünüyordum. Okulu da bu yüzden bitirdim. Sonuçta ilgilendiğim konular evrildi ve bir peyzaj mimarı oldum.
Peyzajla yazmak
Tasarlarken metni herşeyin önüne koymamın sebebi de bu ulaşılamamış hedef diye düşünüyorum artık. Yazar olamayacağımı anladığım noktada peyzajla yazıyı birbirine karıştırmaya karar verdim. Akademik makalelerle değil, gerçek, sıradan; peyzaj gibi hareketli ama değişken en önemlisi akışkan ve sürekli, bir ritmi olan, renk değiştiren, şaşırtan, büyüleyen, bazen ürküten metinler hayal ettim. Hala ediyorum. Benim için peyzaj hep vurguladığım gibi romantik bir kavram değil, hayatın kendisinin bir kesiti. Yazıyı da böyle görüyorum. Fakat strüktürü peyzaja göre daha tanımlı, başlangıç ve bitişi olan, her okunduğunda farklı anlamlar çıkartabilen, görünmeyen bir matematiği olan ve yazıldığında orda kalan bir kurgu.
Bir metin oluşturulacağı zaman
Bir makale ya da kimsenin okumayacağını bildiğim bir proje metni hazırlarken bu kurgu son halini alana dek yüzlerce defa inceltiliyor. Virgülünden noktasına, kelimelerin yerlerine uzanan bir anlam inşa süreci. Bazen harflerin arasında kaybolduğumu düşünüyorum ve bir uygulama çizimi gibi görünüyor gözüme. Neyseki blog postları böyle değil. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm hataları düzeltmemeyi kendime salık verdim. Blogun olması gerektiği hal bu gibi geliyor. Bu işi fazlasıyla ciddiye alıyor olsam da her bir yazının makale olmadığının bilincinde kalınması ve kolay üretilmesi/tüketilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde sürekliliğinin sağlanması, hem okuyucunun hem yazarın üzerinde büyük bir yük oluşturması söz konusu olabilir.
Öyle ya da böyle artık eminim ki yazmak iyileştirir. Peyzaj da öyle.
devinimli peyzajlar
DEVİNİMLİ PEYZAJLAR / LANDSCAPE IN MOTION
Atölye Çalışması / Video ile peyzaj denemeleri
Tarih: 22 Şubat – 1 Mart 2014
Yer: Taşkışla 214
ITU öğrencilerine açık olan atölye çalışmasında video ve peyzaj üzerine kısa süreli çalışmalar yapılacak, hareketli imajlar üzerinden peyzajın temsili üzerine düşünülecek. Başvurular kozmofol@gmail.com a mail gönderilerek yapılabilir.
park, peyzaj ve peyzaj mimarlığının geleceği
Türkiye sonuçlarını ancak uzun vadede anlayabileceğimiz hareketli bir dönemden geçiyor. Politik okumasını yapamam ama peyzaj ve kamusal alan konusunda sebep olacağı yapılanmaları ve bilinci tahmin etmek zor değil. Özellikle de Gezi Parkı olaylarının başladığı Mayıs sonundan bugüne kadar katedilmiş yol düşünüldüğünde. Demokratik hakları ve mücadelenin karşı çıktığı ve talep ettiği değişimi tek kalemde kazanmak mümkün değil. Kamusal alanın özellikle de parkın bu hakların savunusuna mekan olması kadar anlamlı bir durum olmadığını düşünüyorum. Bu alanları sade vatandaş olarak sahiplenip yaşattıkça gerek yerel yönetimin gerekse hükümetin benimsediği otokrasiyi uzun vadede devam ettirmesi mümkün olmayacak.
İstanbul’un park ve bahçeler müdürlüğüne teslim edilmiş çevre güzelleştirme çalışmaları bu olaylarla birlikte iyice göze batmaya başladı. Kenti boyama kitabı gibi kullanan, fuzuli çiçeklendirmeleriyle çevreci bir imaja bürünüp kredi toplayan park ve bahçeler müdürlüğünü bugüne kadar zevksiz, kitsch diye kabul edip umursamadık ancak bu metotla belediyenin nasıl kendini meşrulaştırdığını anlamak güç değil. Bugün yerel yönetimin göstericilere karşı diktiği ağaçlardan, kent ekolojisinin en zengin alanlarını yok etmesine karşılık onlarca yeşil kaportalı alan yaratmasını üstüne basa basa tekrar etmesi tesadüf değil. Bu hizmetlerin niteliğini anlamak ve siyasi bir görüşün de ötesinde eleştirebilmek için öncelikle bir çevre bilinci gerekiyor. Peyzaj mimarlığı açısından park ve bahçeler müdürlüğünün tekeline aldığı kent peyzajını aynı zamanda müthiş gereksiz harcamalarla savurduğu ve yararlı projelere aktarılabilecek önemli bir pay olan bütçesini nasıl başka kanallara yönlendirebiliriz hiçbir fikrim yok, bu anlamda sorgulamak ve sorgulatmak en iyi başlangıç olacaktır. Ama peyzaj mimarlığının geleceğinin de sadece refüjlere ne yazılıp ne yazılmayacağının kararında olmadığını bilmiyorum.
Haziran sonunda Hannover’de uzun süre eşine çok sık rastlanmayacak nitelikte bir konferans gerçekleşti. Thinking the Contemporary Landscape adı üstünde peyzajın çağdaş rolünü ve alacağı pozisyonu tartıştı. Bunu yaparken peyzaj mimarlığının ve eğitiminin yapılandırılması üzerine de çokça fikir paylaşıldı. James Corner, Charles Waldheim, Adriaan Geuze, Christophe Girot, Kathryn Gustafson, Turenscape hatta Saskia Sassen, David Leatherbarrow gibi peyzajla doğrudan alakalı olmayan -ki bu yaklaşımın meseleye katkısı tartışılmaz- sosyoloji ve mimarlık tarihi uzmanlarını da içeren tam bir starlar geçidiydi. Teorik ve pratik tartışmaların içiçe geçtiği tartışmalarda bugün aslında Türkiye’de içinden çıkamadığımız, belki de illaki bir çıkış gerektirmeyen, peyzaj kavramının anlamından ve kültürel farklarından, mesleğin sınırlarına dek pek çok konu konuşuldu. Kabaca bir karşılaştırmayla peyzaj mimarlığı gündeminin aslında kültürler ve ülkeler arasında çok da fazla değişmediğini söylemek mümkün. Elbette bambaşka dinamikler ve arayışları bir yana koyarsak mesleğin kendini yenileme yapılandırma çabası aynı.
Ben Türkiye’de 2003 yılında peyzaj mimarlığı okumaya başladığımdan beri mesleğin alacağı pozisyon, kendini nasıl yenileyeceği, çağa nasıl ayak uyduracağı ve rekabet edeceği üzerine süregiden tartışmaların içindeyim ve 10 yıldır somut bir adım görülmedi. Okumaya başlarken köklü geleneğine rağmen metodolojisi hala tartışılagelen bir kurumun içine girmek kafa karıştırıcı olsa da bugün bunu bir avantaj olarak görüyorum. Christophe Girot 70lerde peyzaj planlama okurken benzer tartışmaların olduğunu sık sık belirtir ve kendi pozisyonu sürekli eleştirerek yerini sorgulamasının peyzaj mimarlığının özü olduğunu yineler. O günden bugüne mesleğin kapsamı değişmedi ama genişledi. Konferansta vurgu artık peyzaj mimarlığının kentlerin iyileştirilmesinde, açık alan sistemlerinde nasıl etkin rol oynayacağında değil, örneğin sel yönetiminde, ulaşım başta olmak üzere altyapı projelerinde, değiştirilen coğrafi sınırların ve topografyaların yönetiminde nasıl yer alacağıydı. Peyzaj mimarlığı ve planlaması arasındaki çizginin giderek inceldiğini büyük ölçek alanların planlamasında oynadığı rolün önemi ortaya çıktı. Öte yandan mimarlıktan çok mühendisliğin meslek sınırları içinde çok iyi anlaşılması gerektiğinin sürdürülebilir ve çözüm üretebilir altyapılandırmalarn geliştirilmesinde ne derece mühim olduğu önemli başlıklardan biriydi.
Bu açıdan ekolojinin, ekosistemler bütünlüğünün ya da peyzaj şehirciliği gibi kentleşmede doğal sistemlerin feyz alınmasını savunan görüşlerin rafa kalkmasa bile bir kenara konulduğunu belirtmeliyim. Daha doğrusu bazı konularda mutabık olunmuş, dolayısıyla yeşil sistemlerin, sürdürülebilirliğin hem ekonomik hem çevresel boyutlarının yıllardır konuşulagelen tekrarlarına kimse başvurmadı. İçeriğin ve meslek sınırlarının yanısıra teknoloji ve peyzaj mimarlığı konusu da çokça tartışıldı. Hem pratikte hem eğitimde kullanımları, esasında 60larda GIS’in kurulmasıyla başlayan teknik donanımlanmanın bugüne kadar geçirdiği dönüşümden, plan, kesit, kolaj, video gibi ifade araçlarının yeterliliği üzerine çokça konuşuldu. Ve elbette bugün mimarlığın ajandası olan parametrisizim in yansımaları ve potansiyelleri üzerinde duruldu.
Çok önemli saptamalar var hepsini bir seferde sığdırmak doğru olmaz. Özetle peyzaj mimarlığının geleceğinde doğaya ve çevreye karşı sarhoş bir romantiklikle her yeri yeşil gören, ağaçlarla dansettiği bir sahne olmayacak. Ya da böyle bir sahnede biz olmayacağız. Yapılı çevre sorunlarına çözümler üretirken; doğal sistemlerin prensiplerinden ve ekolojinin öğretilerinden uzaklaşmadan, ama aynı zamanda yalnızca bunlara da sığınmadan analitik çözümler üretmeli peyzaj mimarı. Peyzaj, evet parka çiçeklerle döşenen yazının fontundan sorumlu olabilir. Bu utanç kaynağını görmezden gelip dünya konjönktürünü takipe çalışmak kibirli ve çaresiz bir tutum da olabilir. Ve bu şartlar altında yapacağımız teorik tartışmaları pratikte hiçbir yere koyamayız. Ancak birini değiştirmeye çalışırken ötekini unutmak da soruna çağdaş yaklaşımların önünü tıkayacaktır. Bu açıdan bakınca önümüzdeki dönemde Türkiye’de peyzaj mimarları agresifleşmeden ve içinden çıkamadığı sorularda boğulmadan yeni adımlar atmalı, meselelere getireceği yaratıcı çözümlerle kendini yenilemeli, alanını kendi yaratmalı.
16. yüzyıl Istanbul peyzajı
Matrakçı Nasuh’un harita-resimleri hem şehircilik hem de peyzaj açısından bize önemli ipuçları veriyor, kuşkusuz. Örneğin İstanbul’un aşağıda görülen ilk görsel kaydının detaylarını inceledikçe peyzaj kararlarının sosyopolitik sebepleri görünmeye başlıyor.
Minyatürlerle ilgili çözümleme yapılan pek çok değerli çalışma var ve bunlarda genellikle mimari doku tespit ediliyor. Sanat tarihçisi Mine Çağlar’dan edindiğim bilgiler dahilinde bu resimde; Topkapı Sarayı, Ayasofya, At meydanı, İbrahim Paşa Sarayı, Bedesten (Kapalı Çarşı içindeki eski bedesten), Beyazıt Camii, Eski Saray, Bozdoğan Kemerleri, Fatih Camii ve surları açık olarak seçebiliyoruz.
Öte yandan peyzaj ve kent arası ilişkinin detaylandırılmış olduğu sanat tarihi çalışmalarına çok rastlanmıyor. Benim bu noktada kentsel peyzaj açısından yakaladığım birkaç ipucu var. Öncelikle merkezde Haliç’i görüyoruz öyle ki nehrin iki yakasındaki duvarlar birbirlerine ters yönde resmedilmiş. Galata bölgesi nehirdeki gemilerle birlikte aynı yönde konumlandırılmış ve muhtemelen Tarihi Yarımada’dan Galata’ya doğru bakıyoruz. Haliç’te tershanelerden Boğaz’a doğru ilerleyen gemiler, Boğaz’ın hemen başladığı yerde konumlanan Tophane ve şehrin sınırlarını keskin biçimde çizen duvarlar dönemin güvenlik koşullarının şehrin en önemli meselesi, aynı zamanda yerleşimin ve büyümenin en belirleyici ölçütü olduğunu hatırlatıyor bize. Böylece şehrin sık dokusu ve onu çevreleyen peyzajın kent dışına itilmişliği biraz daha anlaşılır oluyor.
Tarihi Yarımada’da mimari doku oldukça sıkı. Yukarıda da ismi geçen önemli yapıların alçakgönüllü bahçeleri dışında gözümüze çarpan belirgin ve sürekli bir peyzaj dokusu yok. Galata’nın yerleşim dokusu tarihi yarımada’ya kıyasla daha gevşek. Duvarın hemen ardından başlayan peyzajın içinde serpilmiş türbeler göze çarpıyor. Cupressus ve yanılmıyorsam şayet Hibiscus bitkisel dokunun öne çıkan türleri. Peyzaj ve kent iki ayrı yapı bu düzende. Bir bakıma bugün kentleşme teorilerinde peyzajın yerleşim dokularının içinde; belli bir dengeyi, sosyal ilişkileri ve sağlıklı bir çevreyi gözeterek yer almasını savunan duruşun esamesi okunmuyor. Kentin sorunları ve sosyal ilişkilerin, toplumun ihtiyaçları bambaşka. Kaldı ki hiç atlanmaması gereken başka bir nokta da peyzajın bir kavram olarak henüz daha doğmamış olması 16. yüzyılda. Yanlızca Osmanlı’da değil Avrupa’da da. İnsanın doğa ile ilişkisine peyzajın henüz daha girmediği zamanlar.
peyzaj nedir bahçe nedir?
Bu söyleşi Emlak Dünyası Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Gürsoy Ercan: Peyzaj nedir tam olarak? Neden hep olduğundan farklı anlaşılır?
Enise Burcu Karacizmeli: Olduğundan farklı anlaşıldığı konusunda çok haklısın. Türkçede kullandığımız peyzaj kökeni Fransızcaya dayanan bir kelime. Pays ve age olarak iki ayrı kökten oluşan bileşik bir sözcük. Ben Fransızca bilmesem de, Almanca ve İngilizce örneklerinde de benzer bileşik yapıyla karsılaştığımız için kelimenin görüşe, araziye, toprak parçasına referans verdiğini biliyorum. Türkçe karşılığının kafalarda net bir anlam uyandırmamasını da bu ithalat, köken sorununa bağlıyorum. Kelime olarak ilk kullanımına Avrupa`da 18. yüzyılda resim sanatında rastlıyoruz. Dönemin yerleşim alanları ve doğayla iliksilerini, kırsaldaki hikayeleri tasvir eden resimlere peyzaj resmi deniyor. Türkçedeki ilk kullanımını da 20. yüzyıl basında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuası`nda görüyoruz zaten.
Bu anlam bulanıklığını kısaca bu köken sorunuyla açıklayabilirim. Profesyonel olarak peyzajın bugünkü anlamı; insanin algılayabildiği ve estetik ya da işlevsel olan açık alanlar olarak özetlenebilir. Peyzajın genellikle karıştırıldığı doğa kavramından ayrıldığı nokta da tam olarak bu estetik ve fonksiyon meselesi. Peyzaj mimarlığı ise tüm bu acık alanların planlamasını ve tasarımını üstlenmiş olan meslek disiplini. Peyzajın bugün kentsel peyzaj, kültürel peyzaj, kırsal peyzaj, doğal peyzaj gibi alt kategorilerini de görüyoruz meslek alanı dahilinde. Ve bunların her biri de farklı işlevleri ve kullanımları içeriyor. Bahçeler konusuna gelince suna açıklık getirmek gerek. Bahçe kavramı peyzaja kıyasla çok daha eski ve köklü. Antik dönemden itibaren bu alanların kültürel, özellikle de dini anlamlarıyla ön plana çıktığını görüyoruz kaynaklardan. Bugün peyzaj diye adlandırdığımız alanlar ölçek olarak bahçelerin boyutlarının çok çok üstüne çıkabiliyor. Bu yüzden içinde bahçeleri ve öteki kentsel açık alan sistemlerini de içeren, kapsamı anlam ve boyut olarak bahçeden çok daha büyük bir terim olarak kullanılıyor. Bu ilişkiyi düşününce de bahçeler için peyzajın ve peyzaj mimarlığının yapıtaşı diyebilirim kabaca.
GE: 10 metrekare bahçem var diyelim. Ne yapabilirim? Çözüm önerilerin neler?
EBK: 10 metrekarelik bir bahçede mevsimlik çiçekler, çalılar, yer örtücüler gibi bitkilerle ve doğal taslarla hem kullanımı kolaylaştıracak hem de görsel açıdan konfor sağlayacak bir düzenleme yapılabilir. Bu büyüklükte bir alanda küçük çapta bir sebze üretimi yapmak da mümkün. Bunun için önce toprağın ıslah edilmesini öneririm. Çapalama, havalandırma ve gübreleme daha verimli bir toprak için izlenmesi gereken işlemler. Havalandırma bahara doğru, gübreleme ise sonbaharda yapılır. Bunları göz önünde bulundurmak önemli. Yetiştirilebilecek sebzeler arasında marul, maydanoz, nane, soğan aklıma ilk gelenler. Toprak derinliğine bağlı olarak farklı sebzeler de yetiştirilebilir tabii ki. Gerekli derinliğin sağlanamadığı alanlarda saksı tarzında kaplar da kullanılabilir. Meyve ağaçları içinse nispeten daha geniş alanlara ihtiyaç var.
GE: Kişiye özel tasarımlar yapılıyor mu? Bu anlamda yardımcı olan kim var Türkiye’de?
EBK: Evet, kişiye özel tasarımlar yapılıyor. Türkiye’de bu konuyla ilgilenen pek çok peyzaj mimarlığı ofisi var. Peyzaj mimarları kullanıcının isteklerini ve mekanın koşullarını, mimari sınırlamaları ve fırsatları göz önünde bulundurarak çözümler önerirler. İyi ve sürdürülebilir bir bahçe için bitkilendirmeyle birlikte düşünülmesi gereken, örneğin, sulama, aydınlatma gibi teknik uygulamalar var. Bu yüzden peyzaj mimarları hizmet verirken tasarımlarını mühendislik çözümleriyle birlikte sunarlar.
GE: Senin sevdigin bahceler hangileri Türkiye´de?
EBK: Türkiye`de farkında olunmayan köklü bir bahçe kültürünün olduğunu söylemeliyim. Bahçe deyince akla ilk Osmanlı döneminden kalma saray bahçeleri geliyor. 19. yüzyılda batılılaşma etkisinde yapılmış çok değerli alanlar bunlar. Bahçeler bakıma, ilgi alakaya her daim muhtaç olduklarından bozulmaya hatta yok olmaya çok elverişli mekanlar. Saraylar bahçeleriyle bütün olduğu için bu örnekler günümüze ulaşmış en belirgin tarihi bahçe örnekleri. Bahçeler de ayni mimari ve sanat gibi dönemlerinin hakim sosyal ve kültürel koşullarından etkilendiği için farklı stiller ortaya çıkmıştır. Osmanlı saray bahçelerinin stillerinden söz etmek gerekirse Barok ve natüralist akımların görünür olduğunu görüyoruz. Batılılaşma öncesi Osmanlı bahçeleri hakkında ise ne yazık ki yalnızca gezginlerden, ressamlardan kalan yazılı ve görsel kaynaklardan bilgi edinebiliyoruz. Görülmesi gerektiğini düşündüğüm bahçeler olarak aklıma gelenler Istanbul`da Yıldız Parkı, Beylerbeyi ve Dolmabahçe saraylarının bahçeleri, Ihlamur Kasrı`nın bahçesi gibi tarihi örnekler. Sabancı Müzesi`nin bahçesini çok beğeniyorum. Peyzaj tasarımı çok özenle yapılmış ve muazzam fıstık çamlarını ve teraslarını mutlaka görmek gerek. Şifalı bitkilerle ilgilenenlere Zeytinburnu tıbbi bitkiler bahçesini öneririm. Baltalimanı’ndaki Japon bahçesi ise Uzakdoğu kültürüne merak duyanlar için ilginç olabilir. Bahçeköy`de Atatürk Arberetum’unu bitkilerle ilgilenenler kesinlikle görmeli; her zaman rastlanılmayan özgün türler var ve ayni zamanda da bilgilendirici. Son olarak da Büyükada`daki evlerin bahçelerini söyleyebilirim. Bu özel alanlara giriş yapmak mümkün değil ama baharda Adalar Müzesi`nin düzenlediği bahçe turlarında gezme şansı yakalanabiliyor.
max ernst´in peyzajları: düş ve teknik
Max Ernst, Dada ile karşı sanat olarak başlattığı arayışlarına ve dönemin hakim gerçekçi düşünce üretimine külliyen karşı tavrına, Köln’den Paris’e taşınıp Sürrealistler’e katılması ile yeni bir boyut ekler. Sürrealistler Andre Breton’un öncülüğünde nispeten dile ve edebiyata eğilim gösterirken Max Ernst’in katılımı sürrealizmin resme de açılmasına önayak olur.
Sanat tarihi ile birlikte psikoloji ve felsefe eğitimi alan Max Ernst resim yapmaya sosyal bilimler eğitimini, akımları ve kavramları takip ederek başlar. Babasının amatör bir ressam olması sebebiyle resimle ilişiği vardır. 20’lerde Sürrealistlere katıldığında resim tekniğinin dümenini bilinç-bilinçdışı yönüne sabitler. Sürrealistlerin denedikleri farklı yöntemler bu eksende resimde yeni keşiflere olanak tanır. Dilde kullandıkları automatizm i sürrealist ressamlar farklı şekillerde test eder ve ortaya pek çok teknik koyarlar. Bugün mimari anlatım tekniklerinde, özellikle de peyzajda neredeyse bir klasik olmuş kolajın temellerini de Ernst ve sürrealist ressamların işlerinde bulmak mümkün. Farklı bağlamları biraraya getirerek yeni bağlamlar yaratmanın ardında da bilincin manipulasyonu ve bilinçdışının kışkırtılması yatıyor.
Bugün biz de kolajı bir anlatım tekniği olarak projelerin düşlediğimiz hallerini anlatmak için kullanıyoruz. Bir tezahürü ötekine aktarmak için farklı bağlamları kesip başka bir düzlemde biraraya getiriyor; bunu bir çerçeve dahilinde ve çoğunlukla altlığını oluşturduğumuz bir tasarımın üzerine iliştiriyoruz. 3 boyutlu anlatım ve dijital üretim teknikleri ne kadar gelişmis olsa da kolajın “son makyaj-dokunuş” olarak güvenilir pozisyonu proje sürecinde değişmiyor. Çünkü bu ileri yöntemler akılda kalıcı imgeler yaratmak konusunda tek başlarına hünerli değil. Dolayısıyla da projeyi ortaya koyarken kişisel iletişim kurmak konusunda yetersizler. İnsan zihninin henüz bu üretime gösterecegi duyusal refleksleri oluşturmamış olması da bir sebep. Bu konuyu kesinlikle bilişsel psikoloji uzerinden okumak gerek. Biz bu aşamada kolajı nerde ve neden kullandığımızı bilelim.
Anlatım tekniği olarak kolaj başka bir başlık olmalı ancak bu denemenin niyeti Max Ernst`in kolajları değil aksine kolajdan sonra çalışma yöntemine dahil ettiği frottage, grattage ve baskı tekniği yani decalcomania ve tüm bunlarla yarattığı düş peyzajları. Max Ernst`e olan ilgim beni Viyana`daki ilk retrospektif sergisine sürükledi. Retrospektifteki yöntembilimsel yaklaşım sayesinde ressamın ilgi alanları ve yaşamındaki karşılaşmalardan ortaya nasıl arayışlar çıktığını, aynı zamanda bu arayışların izinde kendi tekniğinin-tekniklerinin nasıl evrildiğini görme fırsatım oldu. Botanik, antropoloji, astroloji gibi bilim dallarına dalışı Ernst`in işlerinde kendini bir bir belli ederken benim özel olarak peyzajlarına, doğaüstü doğa tasvirlerine takılmam tamamiyle mesleki deformasyon. Yine de Max Ernst’in fantastik peyzajlarına takılıp kalmak için peyzaj mimarı olmak gerekmiyor. Klasik Batı resminin, romantiklerin doğa anlatılarının aksine Max Ernst`in peyzajlarını tüm gerçeküstücülüğüyle daha “gerçek” bulmamın sebebi nedir? Örneğin 1927’de ürettiği bir dizi orman resmi tüm karanlık atmosferiyle bana doğanın o hiç de rafine olmayan sert ve ürkütücü yapısını; estetik değil yüce (sublime), romantik degil vahşi boyutunu hatırlatıyor. Bu resim serisinde kullandığı teknik grattage.
Forest, Birds, and Sun
Kolajlarını takip eden dönemde denediği frottage temel olarak belli bir yüzeyin üzerine yerleştirilen kağıt ya da kanvasın üzerine yüzeyin dokusunu işlemeye dayanıyor. Grattage da bu tekniğin bir devamı. Altlık olarak kereste, tel ya da cam kullanmış. Bu altlığın üzerine farklı katmanlarla çizimler üretmiş ki bu dili orman temalı resim dizisinde görmek mümkün.
Öte yandan decalcomania ise Max Ernst’in 1930’ların sonuna doğru tanıştığı bir yöntem. Ancak Sürrealistler arasında ilk olarak Oscar Dominguez tarafından kullanılmış. Burda ise kanvas bir altlık olmaksızın boyanıyor. Ardından renk üzerine kağıt ya da cam ile uygulanan işlem yoğun ve rastlantısal dokuları beraberinde getiriyor. Bu ham altlık resmin ilk katmanı oluşturmakla birlikte ressamın düş peyzajının da kapısını aralıyor. Böylece yepyeni bir süreç başlıyor.
Temptation of St. Anthony
Europe After Rain
The Joy of Life
Kolay anlaşılır olan tek bir şey var o da tüm bu düş zenginliğinin salt rastlantısallığa tabi olmadığı. Bu noktada ilk dönem işlerinde de görülen bilimsel araştırmaları anlamak mümkün. Erken dönem kolajlarını oluştururken incelediği araştırmalardan biri olan, İskoç doğabilimci James Bell Pettigrew’in 1908 baskılı Design in Nature adlı kitabın izleri resim dilinde hep görünür olmuş. Bu kitaptaki doğal sistemler analizleri aşağıdaki videoda izlenebilir.
Peyzajı anlamak için yalnızca doğayı nesneleştiren bilimlere değil, aksine tekrar tekrar sanata bakmanın önemini hatırlatıyor bana Max Ernst’in peyzajları. Tabii bir de peyzajın kendisinin başlı başına bir düş olduğunu.
—
Max Ernst Retrospective, ALBERTINA MUSEUM
peyzajın eğrisi doğrusu
Christophe Girot´nun peyzaj tasarımına sorgusuz sualsiz eğrilerle girişen mimarlık öğrencilerine sorduğu tek bir soru var:
Eğrisel çizginin lineer olana göre daha doğal – doğaya yakın olduğunu düşünmene sebep nedir?
Soruya cevap vermek çok kolay değil. Özellikle de eğrisel formlar doğaya; çizgiseller mimariye referans verir gibi bir önkabul katmerlenmişse. Yalnızca mimarlar değil peyzaj mimarları da tasarım dillerini bu denklemde bilinçli ya da bilinçsizce temellendirirken tuzağa düşüyor. Tasarıma dayanak olacaksa eğer peyzaj ve doğa arasındaki ilişkinin yeniden ve tekrar tekrar ele alınması gerekliliğini ihmal ediyorlar. Dahası bunu yaparak kavramsal tutumlarına yüzeylerde gezinmekten başka şans bırakmamış oluyorlar. Yoksa olmayacak şey degil.
Doğa kavramından peyzaj kavramının doğuşu yahut kopuşu nedenini nasılını ihmal ettiğimiz başka bir önkabul. Peyzaj kavramının resim sanatıyla lügata girdiğini bilmek yetmiyor. Neden bu resimlere doğa resmi denmediğine, doğanın hangi kısmına ya da çesidine peyzaj dendiğine cevap verilmeli. Bu soru en çok es geçilen ama en mühim bilgiyi de içinde saklayan soru. Öyle ki varsa bir yanıtı, yanıtın kendisinden bile önemli.
Doğadan esinlenmek icin yalnızca bitkilerin zihinde kazılı görünen biçimlerine, renklerine, suya, taşa, toprağa en bariz imgeleriyle yaklaşmak bir duruş olabilir. Ama muhtemelen doğada bunun biraz daha fazlası var. Daha yakından bakmak ta bu fazlayı görmenin formülü. Fraktalleri, tekrarları, birbirini tamamlayan doğruları görmek kolay olmasa da yaratıcı bir yorumlamanın ancak bu derinlikte bir bakıştan türeyebileceğine şüphem yok. Bir esin ya da bilgi arıyorsa eğer bunu bir aşama ileri taşımalı doğaya sıkı sıkıya tutunmuş peyzaj mimarı.
balıkgözümden isviçre’nin dağı taşı
Geçtiğimiz hafta Zürih’in batısındaki Einsiedeln kentinde 3 günlük bir atölye çalışması gerçekleştirdik. Burası da böyle, n’apalım.
leave a comment