kozmofol

biyoçeşitlilik üzerine ekolojik hikayeler

Posted in araştırma, ekoloji, praxis by enip on 24 Mar 2020

Bu yazı Arredamento Mimarlık Dergisi 2019 Ocak sayısında yayınlanmıştır.

‘’Evren hikayelerden oluşur, atomlardan değil.’’

Muriel Rukeyser

Evrenin atomlardan değil hikayelerden oluştuğu iddiasına inanır mıyız? Amerikalı şair Muriel Rukeyser’in bu bilimi çürüten cümlesinde, iki kanlı savaş görmüş ömrünü ve dünyayı anlamlandırma çabasını görebilirsek belki. Yaşamı anlamlı kılma çabasının türümüze en büyük katkısı bilimi ve teknolojiyi geliştirme becerisi olsa da, insanın yaşamı hikaye ile anlama/anlatma ihtiyacı sabit kalmıştır. İnsan bu anlatım, aktarım ve soyutlama etkinliği sayesinde, bilgiyi sentezleme ve çoğaltabilme için ihtiyacı olan hayalgücüne sahip kalabilmiştir. Atom ve hikayeler arasındaki ilişki de bu açıdan bakıldığında anlam taşır.

Hücreler, proteinler, populasyonlar ya da ekosistemlerden oluşan geniş çalışma alanıyla biyolojinin ve ölçeği biyolojiden çok farklı olan mimarlığın ‘bilgiyi hikayelerle işleme’ etkinliğinde ortak bir tavra sahip olduğu düşünülebilir. Hikayelerde anlatılan mekanları gerçekleştirmeye, ya da tam tersi gerçekleştirdiğimiz mekanları hikayeye dönüştürme edimi kendiliğinden oluşur. Bu anlamda mekan pratiklerini kurgusu, karakterleri, ritmi olan bir hikayeden, her seferinde farklı okunan, bambaşka detayları ortaya çıkan özgün anlatılardan ayrı bir yere koymakta zorlanırız. Öte yandan yaşamı anlamlı kılmak için düşünür ve üretiriz, yaşamak için ise barınmak zorundayız. Gezegenemizin geldiği son noktada ise, burada barınabilmek için kendi türümüz haricinde kalan zekayı çözmek ve ona göre bir yaşamı mümkün kılmak zorundayız. Biyolojiye olan hayati ihtiyacımıza, mimarlık ve hikaye ile kurdukları üçgene bir de bu açıdan bakalım.

Bu hipotetik düşünme, üçgen, bu yazının anlatmayı amaçladığı tasarım yaklaşımının ve örneklemlerinin  de özü. Takip eden başlıklar bu yaklaşımı açıklamayı hedefliyor. Ağırlıklı olarak ekoloji tabanlı araştırmaları açık alan tasarımının odağına koyarken, aktörüyle, geleceğe dair hayali ve bunu mümkün kılan teknolojisiyle oluşturmak istediğimiz ekolojik hikayelerin başvurduğu temaları konu ediniyor. Ve atomlarla hikayelerin iç içe geçtiği bir evren hayal ediyor.

1- BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK ÜZERİNE

DOĞANIN İCADI, ALEXANDER VON HUMBOLDT’UN MİRASI

Prusyalı doğa kaşifi Alexander von Humboldt’un 19. yüzyılda, kendi seyahatlerinde edindiği gözlemlerle tariflediği ‘evrene bütüncül yaklaşımı’ bugün ekoloji biliminin temel savının referans noktasını oluşturur. Humboldt’un bilim tarihindeki yeri yalnızca ekolojiye verdiği yön ile değil, modern coğrafya, kartografi, biyoloji ve botanik bilimine katkıları bağlamında da eşsizdir. Darwin ve ekolojiyi bir kavram olarak ortaya ilk atan zoolog Ernst Heackel’in fikirlerine Humboldt’un ilham kaynağı olduğu bilinmektedir. Humboldt dünya üzerindeki canlı sistemlerinin birbirleri ile etkileşimlerini yalnızca sayısal olarak ortaya koymaz, aynı zamanda Antik Yunan filozoflarına ve sıklıkla sanata özellikle de edebiyata başvurarak iddiası olan bütüncül yaklaşımı kuvvetlendirir. Teorilerinin ve üretimlerinin aldığı lirik hal de bu düşünce derinliğine dayanır. Yakın dostlukları bilinen Friedrich Schiller ve Goethe ile bulunduğu paylaşımlarının Humboldt’un doğayı anlatım gücündeki etkisi büyüktür. Naturgemaelde de bu etkinin ürünü olarak ortaya çıkar. Görsel iletişim yönü çok kuvvetli olan bu eserlerin doğayı teknik bir çerçeveden sunarak sayısallaştırdığını, bu anlamda da ilk olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Humboldt bugün ekosistemlerin bir bütün olduğu ve birbirlerini etkilediği fikrini, seyahatleri boyunca gerçekleştirdiği sıcaklık ölçümleri ile belgeler. Amerika Kıtası’nda yaptığı gezilerde edindiği, kereste elde etmek için ağaç kesimlerinin ve ormanların yok oluşunun sel felaketleri gibi doğal yıkımlara, ısı değişikliklerine yol açacağı fikri bu gözlem ve ölçümlere dayanır. Humboldt coğrafi keşiflerle birlikte dünyanın sınırlarının keşfedilmesiyle ölçek algısının bütünüyle değiştiği; evrendeki tüm sistemlerin birbirini etkilediği kabulünün temellerini iki yüzyıl önce atmıştır. Bu yaklaşım, bugün tartışılamaz olarak kabul ettiğimiz dünyamız için tür çeşitliliğin ve korunması gerekliğinin de nirengi noktasıdır.

DOĞA AHLAKININ TEMELLERİ VE TOPRAK ETİĞİ

Humboldt’u takiben biyoloji ve coğrafya, botanik ve ekoloji bilimlerinin hızla gelişme kaydetmiştir. Öte yandan bilim dünyasındaki gelişmelere bağlı olarak endüstri devriminin çevre üzerindeki tahribatı artmaya ve sonuçları ölçülebilir olmaya başlar. Çevre problemlerine dair bir farkındalık oluşurken önlemlerinin de tartışılmaya başlandığı dönemdir bu. Koruma yönetmeliklerinin geliştirilmeye başlanmıştır, yaban hayatını koruma meselesi de gündemdedir artık. Bu kavrayış çerçevesinde Doğa’nın bir koruma konusu olması ve bu kapsamda ahlaki sorumluluk çerçevesi oluşturulması Aldo Leopold gibi öncülerin sayesinde mümkün olur. Toprak Etiği Leopold’un toprağın kendi başına değerli olduğunu savunan teorisidir. Toprağın karmaşıklığını vurgular ve bu karmaşıklığa yapılan insan müdahalesinin doğanın dengesini bozduğunu anlatır. Herşeyden önce toprağa bir mülk olarak değil bir “topluluk” olarak bakılması gerektiğini vurgular.

Temelleri Humboldt’a dayanan ve ekosistemlerin bir aradayken güçlü olduğu kavrayışı, Leopold’un oluşturduğu etik çerçeve ile birleşimi bugün nicelik ve nitelik olarak bilgisine hakim olduğumuz Doğa’yı korumayı şart kılan gerçekliği hazırlar. Doğayı koruma fikri en başta yaban hayatını ve doğal varlıkları korumayı öngörür. Bu kapsam çevre sorunlarının ekolojik deşifreleri, bilimsel araştırma ve tespitler sayesinde mümkün olur. Humboldt ve Leopold’dan çok daha sonra literatüre giren Biyoçeşitlilik kavramı da bu çözümlemelerin bir sonucudur. Koruma biyologu Thomas E. Lovejoy 1980 yılında, bundan 38 yıl önce, bilim dünyasına biyoçeşitliliği sunduğunda ekolojik sistemlerin insan medeniyeti üzerindeki önemi kısmen biliniyordu. Lovejoy takip eden yıllarda taşma sınırı, yeniden ağaçlandırma (ormanlaştırma) ve sulak alanların korunması gibi ekosistem restorasyonlarının küresel ısınmayı durdurmak adına önemini vurguladı.

Biyolojik çeşitlilik, özetle, canlılar arasındaki farklılıkları, çeşitliliği ve birbirleriyle olan ilişkileri ifade eder. Yaşam için uygun şartların oluştuğu kara ve deniz gibi alanlarda, bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar arasındaki ilişkiyi ve zenginliği temel alır. Türler birbirlerinin korunmasını ve gelişmesini sağlar. Bu çeşitlilik dış etkenlere göre şekillenir, coğrafi ya da antropolojik ya da diğer biyolojik etkenlere göre yön alır. Koruma biyologları Biyoçeşitliği, tür çeşitliliği, genetik çeşitlilik ve ekosistem çeşitliliği olarak üç başlıkta detaylandırır. Bu üç unsur sayesinde beslenme, rekabet, gelişim, hareket, yerel dağılım, enerji akımı, madde dolaşımı gibi ekolojik süreçlerin de çeşitlendiği ve güçlendiğini görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında dördüncü bir başlık olarak ekolojik işlevlerin çeşitliliği bir unsur olarak kabul edilir ve ilk üç temel öğeye ait çeşitliliklerin bir sonucudur. Edward O Wilson’un da vurguladığı gibi Biyolojik çeşitlilik tanıdığımız dünyayı korumanın anahtarıdır. Bir türü ortadan kaldırırsanız başka bir tür yerini almak için çoğalır. Birçok türü ortadan kaldırırsanız yerel ekosistemin sonu başlar. Doğanın işleyişini güçlendiren ve bir arada tutan bütüncül gücün biyoçeşitlilik olduğu bugün artık kabul edilmiştir.

Biyoçeşitlilik ve ekosistem sürekliliği bugün ekoloji tabanlı kentsel tasarımın, yapıyı yaşanabilir bir çevrede var etmeyi hedefleyen planlamanın önceliğini teşkil ediyor. Bu kapsamda oluşturulmak istenen süreklilik ve çeşitlilik canlı varlıklarını yakından tanımayı ve davranış biçimlerini anlamayı gerektiriyor. Geçtiğimiz yüzyılın biyoloji alanındaki keşiflerinin bir de bu boyutu var. Bitkilerin topluluk olarak davranışlarını, kendi aralarındaki sosyal ilişkilerini odak alan araştırmalar bu tanışıklığı farklı bir boyuta taşıyor.

2- BİTKİLERİN GİZLİ/SOSYAL YAŞAMI

Bitkiler mi bizim için var, biz mi bitkiler için?

Bu soru bize oksijen üretmek, havayı filtrelemek, daha da önemlisi besin sağlamak gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için varlık gösterdiğini düşündüğümüz bitkilere başka bir gerçeklik ve zaman çerçevesinden bakabilmemiz için. Araştırmacı yazar Micheal Pollan insanoğlunun doğadaki konumunu farklı bir perspektiften değerlendirdiği Arzunun Botaniği kitabında bu düşünceyi temel alır. İnsanın doğadaki rolünü büyüttüğümüzü, dahası kendi yararına yaptığını düşündüğü etkinliklerin doğa için yalnızca tesadüflerden ibaret olduğunu iddia ediyor bu kurgusunda.

Pollan’ın hikayesi, insan ve bitki arasındaki ilişkinin iki tarafın da birbirlerinden faydalandıkları karşılıklı bir oyun olduğu fikri üzerine kurulu. Örneğin arıyı bal yapmak için nektar ve polen topladığı için özne, özünü topladığı çiçeği ise nesne olarak görme eğilimini gösteririz. Bu düşüncede çiçek, bal için, arı balı yapmak için, bal ise bizim afiyetle yiyebilmemiz için vardır. Fakat gerçek şu ki çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için kullanır. Pollan’a göre bitkiler çiçeklerin arıyı kullanması gibi, bizi de aynı şekilde kullanıyor olabilir.

Öte yandan bilim dünyasında, bu hikayedeki sarsıcı fikri destekleyen, bitki zekasına ilişkin yeni çalışmalar da hız kazanıyor. Bitki nörobilimi ve bitki sosyolojisi alanları bitkilerin bireysel ve toplumsal hareketlerini bir mantık temeline oturtma amacını taşıyor. Örneğin bitki nörobilimcisi Stefanı Mancuso laboratuvar ortamında yaptığı deneylerle, bitkilerin bilgi alışverişi yapabiliyor, en dipteki köklerden en tepedeki yaprağa kadar her türlü bilgiyi kaydedip aktarabiliyor olduğunu gösteriyor. Bu sav aynı zamanda kendi türünden olanlarla yabancıları ayırabildiklerini, tuzak kurarak avlanabildiklerini, iklim geçişlerine, kuraklığa ya da aşırı yağmurlara karşı tedbir alabildiklerini de iddia ediyor. Diğer bitkilerle hatta bazı hayvanlarla iletişim ağı kuranlar ya da kendilerini korumak ve otçullardan sakınmak için, başka canlılardan yardım alanlar, üremek için işbirliği geliştiren türler de var.

Bitkilerin iletişim kurabilen, sosyal yaşantıya sahip, karşılaştıkları sorunlara çözümler üreten duyarlı organizmalar olduğu fikri yüzyıllar içinde zaman zaman kendini göstermiştir. Evrimsel süreçlerinde, farklı iklim koşullarına ya da çevresel etkilere karşı gelmiş olmaları, dahası çoğalma, korunma, beslenme gibi adapte olma becerileri onlarda zekâ olduğunu düşünmemize neden oluyor. Bitkinin daha iyi suya, topraktaki minerallere ve güneş ışığına ulaşmak için gösterdiği esnek davranış biçimleri de bu tezi güçlendiriyor.

Ortaya atılan bu fikirler, bitkiler ile ilgili sahip olduğumuz genel kanının uzağında olsa da, toplumsal ilişkiler anlamında bitkilerin de insan ırkına benzediğini düşündürüyor. Konuyu mekan pratiklerine ve tasarımına bağlamaya çalıştığımızda ise bizi beklenmedik bir gerçek bekliyor. Özellikle de açık alanla ilgilenen mekan pratikleri için ekoloji tabanlı bir tasarımdan söz etmek daha karmaşık bir hal alıyor. Bitkilerin bizim için var olduğu bir dünya anlayışısında tasarımın kalıpları belirliyken, tersi bir kavrayışta pek çok soru yanıtsız kalıyor.

3- BİR YÖNTEM OLARAK EKOLOJİK RESTORASYON

‘Hala bizi kuşatan harikulade yaşam çeşitliliğini yeniden dokuyarak, onarım çağını başlatmaktan daha heyecan verici bir amaç olamaz.’

Edward O. Wilson

Humboldt’un, bilim insanları ve yazarlar, şairler, ressamlar üzerindeki etkisi 1859’daki ölümünden sonra da devam etti. Bunlardan birisi de zoolog Ernst Haeckel idi. Humboldt’un ‘karmaşık ve karşılıklı ilişkilerden oluşan birleşik bir bütün’ düşüncesini baz alan yaklaşımına Haeckel bir isim verdi. Ekoloji olarak telaffuz ettiği bu düşünce sistemi bugün yeryüzünü tariflerken en çok başvurduğumuz ve ahlaki bir sorumluluk hissettiren kavramlardan biri.

Ekolojinin son 50 yılda hız kazanan çalışmaları, artan çevre sorunları, doğal afetler karşısında insanlığın çaresizliği ve küresel ısınma gerçeğiyle birleştiğinde planlama ve mimarlık disiplinlerinin bu konuda tavır alması bir ihtiyaç halini aldı. Yaşam alanlarımızı ve kurduğumuz sistemlerin yol açtığı tahribatı bu kapsamda yeniden düşünmek çeşitli yöntemler geliştirilmesinin önünü açtı. Biyolojiden öğrenen mimarlığın ve planlamanın iyileştirme gücü keşfedildikçe mekan pratikleri bu konuda farklı motivasyonlar geliştirmeye başladı. Ekosistem tahribatına karşın stratejileri içeren çalışma alanı olan Ekolojik Restorasyon bu zincirin uzantısı oldu ve 20. yüzyıl sonlarında planlama ve mimarlık disiplinlerine angaje oldu.

Restorasyonu eski yapıların ya da eserlerin aslına sadık kalarak, onu bozmadan onarılması işlemi için kullanıldığını düşünecek olursak ekolojik restorasyonu aynı hedefleri güden, fakat yapı yerine çok daha büyük ölçekli coğrafya parçalarına odaklanan bir çalışma alanı olarak görebiliriz. Bu çalışmanın hedefi ömrünü tamamlamış bir maden ocağı olabilir, metan gazı yüzünden tehlike teşkil eden çöplük alanı olabilir, ya da tarım ilaçları yüzünden tüm canlı varlığını yitirmiş bir sulak olan olabilir. Tüm bunların dışında kentin ortasında çok fazla müdahale görmüş tanımsız bir boşluk da olabilir. Bir yapının aslına sadık kalınarak onarılmaya çalışılması gibi, yıpranmış ya da bozulmuş bir doğa parçasını da bu şekilde yeniden aslına, ya da benzerine döndürmenin teknikleri var. Bu anlamda beraber çalışan farklı disiplinlere ait yöntemler belli bir kurguda kullanılıyor. En basit istatistik yöntemlerinden karmaşık sınıflandırma yöntemlerine; basit ilişkilendirme yöntemlerinden çoklu karmaşık modelleme tekniklerine kadar bir çok farklı araştırma ve değerlendirme yöntemi kullanılıyor.

Bu hedefler çerçevesinde çalışmaların kağıt üzerinde iyi bir tasarım olmaktan çok canlı varlığı, zaman, değişim ve olasılıklarla ilgili kaygıları taşıyor olduğunu öngörebiliriz. Asgari olarak 20-50 yıl aralığında oluşturulan stratejiler oluşturmak ve bunun mümkün kılan fiziki koşulları sağlamak Ekolojik restorasyon çalışmalarının ön koşulunu oluşturuyor. Altüst olan dengeleri yeniden tasarlamak, flora ve faunada yok olmuş türleri tespit edip geri gelmelerini sağlayacak çekim stratejilerini belirlemek, populasyon ekolojilerini anlamak ve süreçleri tasarlayarak aşamaları takip etmek gerekiyor. Bu karmaşıklığın içinden çıkabilmek de tasarım ve mühendisliğin bir araya geldiği çalışma yöntemlerini zorunlu kılıyor. Öte yandan kamu yararı amacıyla hayata geçirilen bir projenin ‘restorasyon’ olarak nitelendirilebilmesi için, belli bir hat boyunca ekosistem gelişmesini başlatması ve daha sonra çok az insan müdahalesiyle, hatta hiç insan eli değmeden bunu izleyen gelişmelere yönlendirecek otojenik (kendi içinde başlayan) süreçlere izin vermesi gerekiyor.

4- HİKAYE ODAKLI EKOLOJİLER

Son olarak bu bölümde biyoçeşitlilik, habitat restorasyonu, süksesyon ve doğal sistemlerle tasarım prensiplerine dayanan, bunu da hikayeler ile birleştiren bir dizi tasarım projesine yer vermek istiyoruz. Praxis Landscape bünyesinde gerçekleştirilen bu çalışmalar biyoloji-mimarlık-hikaye üçgenine örnek teşkil ediyor. Biyoçeşitlilik Üzerine Ekolojik Hikayeler olarak nitelediğimiz bu yaklaşım ekolojiye ve sağladığı sosyal/sayısal bilgi dağarcığına başvururken; mekansal kurguları kimi zaman büyülü gerçekçiliğe yakın bir tavra kimi zamansa teknolojiyi ve geleceği odağına alan bir yörüngeye sabitliyor.

 

PARK NEBULA

Anahtar kavramlar: Fitoremediasyon, çevre kirliliği, kamu bilinci, aydınlatma

Lüleburgaz’ın da bir parçası olduğu Ergene Havzası, sanayinin, kentleşmenin ve tarımın sebep olduğu çevre kirliliği sebebiyle yaşamsal bir tehlike ile karşı karşıya bugün. Bu gerçekle yüzleşmek için hava, su ve toprak kirliliğine önce engel olmak, ardından iyileştirici çözümler üretmek gerekmektedir. Teknik çözümler kadar, kamu bilincinin de bu süreçte büyük bir payı olduğu gerçeğini baz alan bir park fikri olan Park Nebula, çevre kirliliğini görünür kılarken mevcut peyzajı iyileştirici bir dizi stratejiyi temel almaktadır.

Proje alanı olan Tosbağa Dere Ergene Nehri’nin bir uzantısı olarak havzanın geniş su ağının bir parçasıdır. Kuzeyindeki sanayi bölgesi ve Ergene Nehri arasında bir ‘filtre’ gibi çalışan kanalın eski hali olan Tosbağa Dere’nin doğal izi parka hayat veren yeni iyileştirici peyzajı, yani Nebula’yı oluşturur. Önerilen program ve rekreasyon alanları Nebula’nın içinde veya verilen arazi sınırları içinde yer almaktadır.

Nebula içerisinde su, hava ve toprak için önerilen temizleyici bitkilerin kullanımı sayesinde proje arazisinin, uzun vadede dirençli bir peyzaja dönüşmesi ve kendi ekosistemini yaratması öngörülmüştür. Parkın kirlilik değerlerine bağlı olarak, sensörleri sayesinde renk değiştiren aydınlatma elemanları ise kullanıcıları kentleri ve sağlık koşulları üzerine düşünmeye ve bilinçlenmeye teşvik etmesi amaçlanmıştır. Park ve Lüleburgaz arındıkça Nebula da renk değiştirecektir.

Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Melike Üresin ve Batuhan Akkaya tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

ÇAMLIBEL HABİTAT PARKI

Anahtar kavramlar: Deniz ekolojisi, habitat restorasyonu, akuakültür, oyun

Taşınacak olan Tevfik Sırrı Gür Stadyumu’nun, Mersin’e erken Cumhuriyet yıllarından beri sunduğu kamusallık işlevini oyun ve bilgi üzerinden yeniden yorumlamak ve bunu tüm proje alanını kapsayacak şekilde gerçekleştirmek projenin hedefini oluşturur. Bu amaçla kurulmuş olan Habitat Zinciri, Kentliler + Deniz Canlıları + Doğal Bitki Örtüsü için Ortak Yaşam Alanlarını imleyen tematik bölgeleri ifade eder.

Her biri kendi içinde farklı oyunları ve Kentliler + Deniz Canlıları + Doğal Bitki Örtüsü ortak yaşam alanlarını korumayı ve geliştirmeyi önemseyen tematik bölgeler olan Habitatlar kendi içinde kesişimleri barındırır, mimari ve peyzaj yaklaşımları bütüncül bir biçimde çözmeyi hedefler. Bu bölgelerde önerilen programların ortak hedefleri; kamusal hayata tüketmek zorunda kalmadan katılımı mümkün kılmak, Mersin’e özgü sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak, klimatik zonlar oluşturarak açık alan kullanımını artırmak, kültürlerarası diyaloga zemin sağlamaktır.

Proje kıyı canlılarını kentliler kadar önemser, ancak sağlıklı bir kıyı ekolojisinin buradaki yaşamı zenginleştirebileceği gerçeğinden yola çıkarak burada kaybolmuş olan canlı varlığını geri getirmeyi hedefler. Su kirliliği, ekonomik olanaksızlıklar ve verim azalması yüzünden giderek yok olan kıyı aktivitelerini yaşam şekline, ekonomiye, dinlenmeye bilgiye ve sürdürülebilir işleyen bir mikro ekosisteme dönüştürmek esastır. Bu kapsamda inovatif bir su altı katmanı olarak işleyen biyokafes ağları önerilmiştir. Bu kafesler kıyı canlıları için besin kaynağı, üreme ve yumurtlama noktaları olarak işlev görür. Bu sayede canlı çeşitliliğini artıracak ve tüm kıyı bandına yayılabilecek bir altyapı sistemi kurulacaktır.

Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Tevfik Saygın Özcan, Müge Yorgancı, Esin Temelli, Erhan Uysal ve Burak Şendur  tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

İLK BAHÇEVAN

Anahtar kavramlar: Toprak ekolojisi, hikaye, oyun alanları, eğitim

Doğa yüzeyde göründüğünden çok daha fazlasıdır. Sadece bitkilerden değil, görünmeyen katmanlardan oluşur. Bu proje çocuklara Doğa’nın yalnızca görünenden ibaret olmadığını, toprağın yaşamsal önemini anlatmayı hedefleyen bir oyun alanıdır. Proje, toprağın havalanmasını böylelikle de canlı hayatının hareketliliğini sağlayan toprak solucanlarından ilham alır. Solucanlar, bir toprağın zengin ekosisteminin en önemli faktörlerden biridir. Alttan açtıkları tüneller bitki köklerine su ve hava erişimini sağlar. ‘Doğa’nın ilk bahçevanları’ olarak tanımlamalarının sebebi de budur. Proje ismini ve temasını da bu fikirden alır.

Oyun alanına giren çocuklar bu gerçeği solucanımsı hareketli formlar ile oynayarak, üzerlerine tırmanarak, esnek hareketlerini deneyimleyerek kavrar. Plan ölçeğinde ise yerleştirmenin düzeni üç aşamada tanımlanmıştır. Farklı oyun teorilerine dayanan bu  üç farklı kısımdan şu şekildedir: Sezgi, Hareket, Dinlenme.

Sezgi; Oyun teorisyeni Karl Groos oyunu, çocuklar için ileride gerek duyacakları  yetişkin rollerinin bir ön egzersizi olarak tanımlar. Yavaş yavaş öğrenilen bir pratiğe benzetir. Planın bu kısmı da tasarımın ilk algılandığı, form açısından yoğunluğun sakin olduğu kısmıdır.

Hareket; Surplus Enerji teorisine göre insanlar biriken fazla enerjisini aktif bir oyun sayesinde serbest bırakabilir. Planının bu kısmı da çocukların enerjilerini harcayabilecekleri mekansal hareketliliğe sahiptir. Bu kısmı anlamak ve aşmak için bir enerji harcamaları gerekir.

Dinlenme; Moritz Lazarus Rekreasyon ya da Rahatlama Teorisi’nde, oyunun enerji kaybına sebep olan aktiviteler ve strese bağlı olarak kaybolan enerjinin yeniden kazanılmasını sağlar. Planın bu kısmı dinlenmeyi ve sosyalleşmeyi hedefler.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda ve Melike Üresin tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

KENTSEL TOZLAŞMA

Anahtar kavramlar: Tozlaşma, büyülü gerçekçilik, kamusal alan, süksesyon

Kentsel Tozlaşma Eskişehir Atatürk Stadyumu’nun taşınmasının ardından, yerine geçmesi hayal edilen parkın metaforik bir anlatısıdır. Bu anlatının mekansal karşılığı alanın mevcut durumunun belirli stratejilerle korunup, yer yer bozuma uğratılmış halidir. Bu kurguda stadyum, tasarlanmışlıkla tasarlanmamışlığı bir arada tutarak yeni kamusal mekan tanımlarına göz kırpar.

Biyolojide tozlaşma, çiçeklerin üremesi amacıyla bitkilerin erkek organında üretilen polenlerin dişi organın tepecik bölümüne taşınması olayını açıklar. Polenlerin taşınması rüzgâr, su ya da başka canlılar yoluyla gerçekleşebilir. Öte yandan proje önerisinde ‘‘Kentsel Tozlaşma’’ kaotik bir doğa olayı değil, aksine tıpkı ekolojide olduğu, bir üreme, yenilenme ve sistemi dengeleme etkinliğidir. Tozlaşma fonksiyonlar arasında olduğunu varsaydığımız telepatik bir etkileşimdir ve organik dönüşümler önerir.

Anlatılan hikaye yaşandığı varsayılan; dilden dile dolaşarak hafızaya yerleşen bir kent mitidir. Kentte bozulan düzene tepki olarak ortaya çıkan tektonik bir hareket olan bu olağanüstü olayın tetikleyicisi Eskişehir’de Atatürk stadyumunun başka bir lokasyona taşınmasıdır. Stadyumun taşınması ile oluşan kent hafızasındaki boşluk, kendisiyle ilişkili kuvvetleri (kale ve saha aydınlatmaları) harekete geçirir. Boşluğun yarattığı görünmez kuvvet -çekim alanı- tıpkı bir mıknatıs gibi söz konusu kuvvetleri kendine çeker. Eskişehir’in dört bir tarafındaki futbol sahalarının bileşenleri bu çekim kuvvetine kapılır, stadyumun etki alanına sürüklenir.

Bu kapsamda Kentsel Tozlaşma sonucu hedefleyen bitmiş bir fikir değil, kolektif bir süreci başlatan katalizör bir tasarım modelidir. Bu süreç yukarıda anlatılan Stadyum Vakası ile başlar ve etkisi bir noktadan kente yayılır. İlk olarak stadyum ve çevresinde strüktürler üretilir. Stadyumun ağırlık merkezi olan, başlama vuruşunun yapıldığı noktada yoğunlaşan ve bu noktadan yayılan üretilmiş strüktürler dönüşüm modelinin ilk katalizörüdür. Devam eden süreçte proje belirli öneriler sunarak mekanın kendi kendini dönüştürmesinin yolunu açacak bir rehber niteliğindedir.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz ve Alper Derinboğaz tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

RE/DE CENTRAL PARK

Anahtar kavramlar: Koza ekolojisi, büyülü gerçekçilik, kent parkı, kendini iyileştirme

Hikayeye göre Central Park’a bir ekolojik terör saldırısı gerçekleşmiş, bu sebeple sahip olduğu tüm canlı varlığı yok olmuştur. Flora ve faunası yok olan parkın yeniden nasıl tasarlanacağı sorusu projenin çıkış noktasıdır. Tasarım Central Park’ın yeniden var olma sürecinde kendi gücünden beslenen bir doğa yaratması fikrine dayanır.

Proje önerisini anlamlı kılan senaryo kapsamında ekolojik terör saldırısı parkta bir dizi olayın vuku bulmasına neden olur. Sırasıyla kontaminasyon, mutasyon, beklenmeyen enerji akışı, büyüme / yeniden canlandırma aşamalarında gelişir hikaye. Saldırıyı takip eden süreçte biyologlar beklenmedik bir enerji akışı tespit eder. Bu olay sonucu park Manhattan yarımadasına yayılarak diğer tüm parklara tutunan tanımlanamayan görüntüler oluşur. Bu tüneli andıran görüntülerin bir süre sonra Central Park’ın yok olan biyoçeşitliliğini katalize etmek için çalıştığı ve çevre parklardan enerji ve canlı varlığı akışı olduğu tespit edilir.

Central Park’ın kendi kendini iyileştirme süreci bu sayede başlar. İyileşme, büyüme süreci şehrin farklı kotlarından ilerleyen hayal tünellerden tozlaşma sayesinde gerçekleşir. Zamanla tünellerden sarkan kozalar oluşur ve koza yapısı ve biyolojisi gereği iyileştirme sürecini hızlandırır. Manhattan adasının grid düzeninin altında yatan bedrock katmanının kontürü Central Park’ tan çevresine yayılan tünellerin formuna referans olur.

Parkın yeni tasarımcısı bu hayal tünellerini ve kendiliğinden oluşan süreci projenin bir parçası haline getirir. Park sınırından itibaren bu tüneller fiziki bir altyapıya dönüşür. İçerisine çeşitli programları alan, hafıza rotaları, toplanma noktaları ve yok olan ekolojik varlığın kendini yeniden toparlaması için insan müdahalesi ve kullanımının park yüzeyine değmeyeceği strüktürler oluşturulur. Bu sayede park yeni katman üzerinden gezilip görülebilirken kendi iyileşme sürecine dokunulmamış olacaktır. Bu strüktür içerisindeki kozalar belirli dönemlerde beslenerek parkın otojenik yenilenme sürecini kolaylaştırır.

  Bu proje Enise Burcu Derinboğaz, Öykü Arda, Alp Şerif Besen ve Edis Bengi Erciyes tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

NOTLAR

  1. Naturgemaelde dilimize Doğa Resmi olarak çevrilebilir. Humboldt seyahatlerinde edindiği gözlemleri döndüğünde görsellerini hazırlattırır. Bu görseller sıcaklık, bitki türü, jeoloji ve topografya bilgilerini teknik bir dille anlatmakta aynı zamanda sanatsal bir değer taşımaktadır.
  2. Andrea Wulf’un Doğanın Keşfi adlı Humboldt’un hayatını anlatan kitabında seyahatlerini, gözlemlerini, buluşlarını ve kişisel hayatını etkili bir biçimde anlatır.
  3. Orijinali Land Ethic olarak geçen kavram dilimize Yeryüzü Etiği olarak da çevrilebilir. Aldo Leopold 20. yüzyılda çevre etiği ve felsefesi alanlarında en etkili düşünürlerden biridir. Doğal alanların korunmasına ve doğadaki tüm türlerin koruma altına alınmasına yönelik çalışmaları ile öne çıkar.

  4. Leopold’un Bir Kum Yöresi Almanağı eserini dilimize çeviren Ufuk Özdağ’ın kitaba dair derlemesi olan Aldo Leopold ve Toprak Etiği http://permacultureturkey.org/aldo-leopold-ve-toprak-etigi/ adresinden erişilebilir.

  5. Koruma biyolojisi, doğayı ve dünya üzerindeki biyoçeşitliliği konu alan; türleri, habitatları ve ekosistemleri çeşitli tahribatlardan korumayı amaçlayan biyolojinin bir alt dalıdır. Doğal kaynak yönetimi ve bu anlamdaki bir suistimalin sebebi olabilecek ekonomiler ile de ilgilenmektedir.

  6. Tipping point kavramını, Lovejoy Amazonlardaki ekolojik krize yaklaşıldığını ve ekosistemin kırılganlaştığı seviyeyi imlemek için kullanmaktadır. Bu sayede kavram zayıflayan ekosistemlerin eşik seviyesini ifade etmek için kullanılmaya başlamıştır.

  7. Edward O. Wilson biyoçeşitlilğin gezegenimiz için önemini, Thomas E. Lovejoy ile birlikte savunan Amerikalı biyolog. Yaşamın Çeşitliliği, Sosyobiyoloji, İnsan Varlığı’nın anlamı ve Biyofilia gibi Doğa-İnsan İlişkisi’ni çağdaş bir yorumla savunduğu pek çok eser vermiştir.

  8. Mancuso’nun botanikçi Alessandra Viola ile birlikte kaleme aldığı Bitki Zekasının Şaşırtıcı Tarihi ve Bilimi kitabında bu ilişkiler, duyuları ve zekaları detaylı biçimde anlatılmaktadır.

peyzaj kütüphanesi

Posted in araştırma, arşiv, kitap by enip on 05 Oca 2013

Lisans yıllarından beri kendi peyzaj arşivimi oluşturmaya çalışıyorum ve buna yurtdışından topladığım kitap ve katologlar, dijital ortamda pdf ler de dahil. Belki bir gün erişime açarım diye düşünerek. İTÜ’nün kütüphanesinde önemli bir peyzaj bölümü olsa da öğrenci olmayanlara erişilebilir değil. Diğer okullardansa haberim yok.

Öte yandan Salt’ın kütüphanesi açıldığından beri çalışmak için çok ideal bir yer ve az önce arşivlerini karıştırırken tüm mimarlık, tasarım ve sanat kitaplarının yanında iyi de bir peyzaj arşivi oluşturmuş olduklarını gördüm. Ve eminim ki daha da büyüyecektir. Takip etmekte fayda var.

http://www.saltresearch.org/primo_library/libweb/action/search.do?vid=salt